Koleksiyoner Ulaş Değirmenci, eserleri “Kendi koleksiyonumda bir süre misafir ediyorum” sözleriyle tanımlıyor. Burada aslında kalıcı bir sahiplikten değil, emaneti üstlenme bilincinden söz ediyor. Ona göre bu eserler, gerçekte tüm kamuoyuna ait; koleksiyoncu ise yalnızca onları bir süre koruyan, saklayan ve doğru koşullarda yaşatan kişi.
Bu yaklaşımını ilk kez Ankara Cermodern’deki koleksiyon sergisinin kataloğunun önsözünde okumuştum. Sergiyi mümkün kılan herkese teşekkür ederken, eserlerin daha önce bulunduğu koleksiyonerlere de eserleri korudukları için teşekkür ediyordu. Böylesi bir bakış açısı, yalnızca koleksiyonculuğu değil, aynı zamanda gerçek bir kültürel miras bilincini de ortaya koyuyor.
Neş’e Erdok’un en sadık koleksiyonerlerinden biri olan Ulaş Değirmenci, yıllar içerisinde ressamın hem erken hem de son dönemlerine ait pek çok eserini toplamış. Nişantaşı’ndaki ofisinde gördüğüm son dönem eserlerinden biri özellikle dikkat çekiciydi; Erdok’un figüratif gücünü ve canlı anlatımını tüm yoğunluğuyla ortaya koyuyordu. Diğer eserler de aynı yoğunlukla mekâna yayılıyor, her köşede ayrı bir hikâye taşıyordu.
“Eserin Yolculuğu”, sanatçının üretimi, sanatçıyı temsil eden kişinin yaklaşımı, nihayet koleksiyonerin beğenisi ve koruyuculuğu ile tamamlanıyor. Dolayısıyla koleksiyoner Avukat Ulaş Değirmenci’nin bu bütün içerisindeki rolü oldukça önemli.
Koleksiyonculuk yolculuğunuz ne zaman başladı ve bu serüven sizin için ne ifade ediyor? Sanatla ilişkiniz ve seçimleriniz nasıl şekillendi?
Aslında resim koleksiyonculuğunu bir anda kendimi içinde buluverdiğim bir serüven olarak tanımlayabilirim. Önceleri evimde izlemek için dekoratif nitelikte bazı eserler alıyordum. Evde daha güzel zaman geçirmek, duvarların boş kalmaması, bir şeyler izleyebilmek içindi. Fakat resme duyduğum ilgi ve bağ daha da büyüdü. Madem resim sevgim bu kadar derin, dedim ki: “Türk resminde önemli olan ressamlardan eserler almaya başlayayım.” Böylece Türk resmi bağlamında önemli eserlerle koleksiyon serüvenim başladı. İlk adımım Nuri İyem oldu. Tabii o aşamada koleksiyon yaptığımın farkında değildim. Ardından birkaç isimden daha eserler aldım. Bir yandan da resim koleksiyonu yapan arkadaşlarımı gözlemliyordum. “Onlar ne yapıyorlar? Nasıl koleksiyon oluşturuluyor? Doğru mu yapıyorlar? Dünyada bu nasıl yapılıyor, Türkiye’de nasıl işliyor? Önemli müzeler ve koleksiyonlar neye göre topluyor?” diye araştırmaya başladım. Bu süreç beni epeyce derinleştirdi. Farkında olmadan koleksiyon oluşturma yoluna girmiştim. Başlangıcı böyle oldu.
Bitecek gibi değil sanki…
Evet, bir taraftan usta isimlerden eserler topluyorsunuz. Diğer taraftan genç bir kuşak geliyor. Her sene güzel sanatlar fakültelerinden yüzlerce genç mezun oluyor. Tabii herkes gerçek anlamda ressam olamıyor. Önemli olan gerçekten sanat üretenleri ayırt edebilmek. Ben de onları takip etmeye, izlemeye çalışıyorum.
Koleksiyonculuk yolculuğunuzda içgüdülerinize güvenmişsiniz ama aynı zamanda araştırma, okuma ve öğrenme yoluyla da ilerlemişsiniz. Sanat koleksiyonu oluştururken izlediğiniz aşamalardan bahseder misiniz?
Evet, süreç aslında böyle gelişti. Tabii ki her şeyden önce benim beğenime hitap etmesi gerekiyor. Sonrasında önemli koleksiyonları incelemek bana yol gösterdi. Her ressamın bir sanatçı kataloğu var. Onları inceleyerek ressamın en karakteristik, onu en iyi temsil eden dönemini bulabilirsiniz. Artık o dönemin eserlerini aramaya, önünüze çıktığında da hiç tereddüt etmeden koleksiyonunuza dahil etmeye başlıyorsunuz. Burada bir parantez açmak gerekir ki Neş’e Hanım benim en sevdiğim ressamlardan biri. Özellikle ilgi duyduğum bir ressamsa onun her dönemini edinmeye çalışıyorum. Tabii bu her ressam için mümkün değil. Bazı isimlerde sadece bir dönemi izleyebilmek, o dönemde tamamen sanatsal kaygılarla üretilmiş eserleri toplamak daha anlamlı oluyor. Yani günümüzde yalnızca satış amacıyla yapılan işlerden ziyade, sanatçının kimliğini temsil eden eserleri koleksiyona katmayı önemsiyorum. Bu da koleksiyona bir bütünlük katıyor. Örneğin Cumhuriyet sonrası dönemi topluyorsanız, orada öne çıkan ressamları da barındırmanız gerekiyor. Mesele sadece isim toplamak değil, dönemi bütüncül bir şekilde yansıtmak. Ayrıca eserleri belli bir teknik ve ölçüde tutmaya da özen gösteriyorum. Bu sergilerken koleksiyonumdaki eserlere bir ahenk yaratıyor.
Koleksiyonunuzun temelini figür resimleri oluşturuyor. Neş’e Erdok’un eserleri bu koleksiyonda nasıl bir konumda ve sizin için onu özel kılan nedir?
Koleksiyonumdaki ressamlar arasında 20 eseri ile Neş’e Erdok ilk sırada. Sayısal olarak ağırlıkta olmasının yanı sıra, benim en beğendiğim ressamlardan biri olduğu için ayrı bir öneme sahip. Neş’e Hanım’ı özel kılan şey, hayatını resim ve resim sanatına bütünüyle adamış olmasıdır. Burada söylemeye çalıştığım şey, Neş’e Erdok’un yalnızca kendi sanatını icra etmek amacıyla eser üretmesidir; o hiçbir zaman satış kaygısıyla resim yapmaz. Bazen savaş bazen köyden kente göç eden ve şehir yaşamına uyum sağlayamayan figürler nedeniyle bazı sanatseverler onun eserlerini zor resimler olarak nitelendirir. Oysa Neş’e Hanım figürlerinde kişilerin güzelliğiyle ya da çirkinliğiyle ilgilenmez. Tamamen sanatını icra etmeye odaklanır. Bu tavrı beni etkileyen en önemli unsurlardan biridir. Benim figür resimlerine yönelmemin sebebi de bu. Çünkü resmin bana bir şey anlatmasını, bir hikâye taşımasını istiyorum. Ressamın anlatmak istediği bir hikâye oluyor, bir de benim gördüğüm… İkisi birleştiğinde ve beni etkilediğinde o eseri koleksiyona katıyorum.
Sanat piyasasında bazı ressamların, üretimlerinde zaman içerisinde farklı yönlere gittiğini görüyoruz. Sizin de belirttiğiniz gibi Neş’e Erdok ise çizgisini her zaman korumuş ressamlarımızdan biri. Bu duruşu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Neş’e Hanım’ın koleksiyonerlerinin çoğunluğu popüler dönemlerinden biri olan Gölköy serisini beğenir. Orada çocuklar vardır ve daha renkli resimlerdir; ya da yolculuk resimlerini beğenirler. Onlar da daha çok insanların estetik olarak görmeyi hoş bulduğu eserlerdir. Neş’e Hanım’ın sanatını icra ederken duruşuna baktığınızda, Gölköy’e bir tek 90’larda, yolculuk resimlerine sadece bir dönemde değinmiştir. Eğer popülerleştikçe izleyiciye hitap edecek eserler üretmeyi seçseydi, o konuları tekrar ele alır ve üretirdi. Aslında burada kendi sanatıyla, duruşuyla bu soruya yanıt vermiş oluyor.
Koleksiyonunuzdaki en özel Neş’e Erdok tablolarından biri Eylül’de Gölköy. Onunla özel bir bağınız var. Hikâyesini ve sizde uyandırdığı duyguları anlatır mısınız?
Tabloda eylül ayının sonlarına doğru denizden çıkan çocuklar resmedilmiş. Bu tablo beni çocukluğuma götürüyor. Ailemin işi dolayısıyla çocukluğumda Balıkesir Erdek’te yaşadık. Erdek, yazları kalabalıklaşan bir sahil kasabasıydı. Haziranda okullar kapanınca tüm arkadaşlarım ve ben, eğlenceli, hoş zamanlar geçirirdik. Eylülde ise okulların açılmasıyla kasaba boşalırdı. Ben ise yaz-kış orada kalırdım. Eylül’de Gölköy bana o hüznü hatırlatır. Tabloya baktığımda, çocukların yüzlerinde de aynı burukluğu görüyorum. Tatilin bitmesi, okulun başlaması, Eylül’ün getirdiği hüzün… O resmi gördüğümde hep arkadaşlarımın gidişini anımsıyorum.
Aslında kendi anılarınızla tablodaki hikâye birebir örtüşüyor. O yüzden sizin için çok özel bir yerde durduğu belli oluyor… Peki, bu kadar kişisel bağ kurduğunuz Neş’e Erdok eserleriyle yaşamak nasıl bir duygu?
Ankara’daki evimde, daha önce yatak odasında duran bir resmi vardı. Şimdi yemek masasının önünde sergiliyorum. O eser Küs Kardeşler. İki kız çocuğunu resmediyor: Darılmışlar, ama bir sonraki hamlede barışacaklarmış gibi… Henüz barışmamışlar ama tam o anı yakalıyor tablo. Çok uzun süre yatağımın başında kaldı, benim için ‘günaydın’ ve ‘iyi geceler’ resmi oldu. Şimdi yemek masasının önünde. Daha uzun süreli izlemek istediğim için oraya aldım. Yine her gün selamlaştığım başka bir resim de var: Niyetçi. Tavşanlara niyet çektiren bir niyetçiyi anlatıyor. Ankara’daki evim iki katlıdır, merdiven boşluğunda asılı. Gün boyunca yanından geçerken selamladığım bir resim. Biz resimlerle böyle yaşıyoruz.
Genç yaşta, Türk modern ve çağdaş sanatının önemli eserlerine sahip olmanın getirdiği sorumluluğu nasıl taşıyorsunuz? Koleksiyonunuzda Neş’e Erdok ve birbirinden değerli başka ressamların da eserleri yer alıyor. Bu önemli sanatçıların eserlerini bir arada bulundurmak sizin için ne ifade ediyor?
Esasen bu resimleri ben kendi koleksiyonumda bir süreliğine misafir ettiğime inanıyorum. Eserlerin gerçek sahiplerinin tüm kamuoyu olduğunu kabul ediyorum. Bu da bana ayrıca bir misyon yüklüyor: Eserleri insanlara gösterebilmek, sergilerde onların beğenisine sunabilmek. Bu nedenle ne zaman benden bir eser istense, seve seve veriyorum sergilere. Ankara’da bir koleksiyon sergim olmuştu. Orada eserleri insanların beğenisine ve eleştirisine açmış olduk. Bu, sanat tarihi açısından da önemli. Hem de düşünün bir kitabın tek kopyası sadece sizde ve yalnızca siz okuyabiliyorsunuz. Koleksiyonumdaki eserlerden uzak kaldığımda, mesela bir tatile gittiğimde, kendimi ayrı düşmüş gibi hissediyorum. O eserleri özlediğimi fark ediyorum. Bazen de arkadaşlarımızın evlerinde duvarlarda hiçbir sanat eseri olmadığını üzülerek görüyorum ama belki de neye sahip olmadıklarını fark etmiyorlardır. Ankara’daki koleksiyon sergimde bunu çok net yaşadım. Neredeyse evde sürekli izlediğim bütün eserleri sergi alanına götürdüler; duvarlar boş kaldı. O an aslında neye sahip olduğumu, eserlerin bana ne ifade ettiğini daha iyi anladım. Bir yoksunluk hissi geliyor insana. Bu yüzden sergi alanına gidip ara sıra kendi resimlerimi izlediğim oldu. Çünkü eserlerimle aramda kopmaz bir bağ var.
Neş’e Erdok’un üretim sürecini, atölyede çalışırken gözlemleme fırsatınız oldu mu? Resim yapma rutininin tek kelimeyle ‘yalnızlık’ olduğunu biliyorum…
Neş’e Hanım normalde atölyesine çok misafir kabul eden birisi değil. Sağ olsun, aramızda oluşan yakınlık sayesinde zaman zaman atölyesine gidip resimlerini görebiliyorum ama çalışırken yanında birilerinin bulunmasını istemez. Kendisiyle baş başa kalmayı tercih eder. Bazı ziyaretlerimde resimlerinin yarım hallerini görebildim hatta bir kaç dakika öncesine kadar çalıştığını, çalışmanın sıcaklığının tuvalde durduğunu hissedebildim. Üretim yaparken kendisini hiç görmedim ama yalnızlık disiplininin resimlerine nasıl sindiğini hissedebildim.
Sanat ve koleksiyonculuk bağlamında, Neş’e Erdok’un eserlerinin hem Türkiye’de hem uluslararası alanda nasıl karşılık bulduğunu düşünüyorsunuz?
Neş’e Hanım’ın bununla ilgili çok ilginç bir hikâyesi var. 1973’te Akademi’de asil asistan olarak görev yaparken, Norton Simon (Amerikalı sanayici ve hayırsever) danışmanıyla birlikte Türkiye’ye geliyor. O dönem hem hocaların hem de genç sanatçıların eserlerini görmek istiyorlar. Akademi’de Neş’e Hanım’ın üç eserini beğenip satın alıyorlar. Yanında dönemin diğer önemli Akademi hocaları da varken, gözünü doğrudan onun işlerine çevirmesi çok değerli bir şey. Çünkü bu aslında tamamen “kör bir bakışın” yani önyargısız bir gözün, onun eserlerine gerekli ilgiyi ve önemi verdiğini gösteriyor. Bugün hala o eserler Amerika’da Norton Simon Müzesi koleksiyonunda. Bence bir ressamın objektif olarak beğenildiğini gösteren iki temel unsur var. İlki, çocukların yaklaşımı. Bir sergi sırasında Neş’e Hanım’ın eserlerine çocukların yoğun bir ilgi gösterdiğini bizzat görmüştüm. Benzer ilgiyi Fikret Mualla’nın eserlerine karşı da hissettim. İkinci unsur ise yabancıların bakışı. Türk resmini ya da sanatçının popülaritesini bilmeden, yalnızca gördükleri eserden yola çıkarak duydukları ilgi çok kıymetli. Çocukların ve yabancı izleyicilerin ilgisi bu yüzden benim için önemli bir kriter. Ankara’daki koleksiyon sergimde de gelen yabancı heyetlerin Neş’e Hanım’ın işlerine gösterdikleri samimi ve önyargısız ilgiyi gözlemledim. Hem Norton Simon örneği hem de bu deneyimler, Neş’e Erdok’un yalnızca Türkiye’de değil, uluslararası ölçekte de hak ettiği bir değer ve beğeniye sahip olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bir dönem imzasız bir Neş’e Erdok eserini yabancı bir müzayedede görüp tanıdığınızı, ardından restore ettirerek koleksiyonunuza kattığınızı biliyoruz. Bu hikâyeyi ve o eseri ‘kurtarma’ sürecini bizimle paylaşır mısınız?
Yurt dışında birtakım müzayedeler düzenleniyor; onları takip edebilmek için isim bazında alarmlar kuruyorum. Örneğin Paris Ekolü ressamlarını takip etmek için böyle bir alarm kurmuştum. Neş’e Hanım’ın yurt dışında eserleri çok nadir çıkar ama Paris Ekolü ressamlarının eserleri daha sık görünür. Yanlış hatırlamıyorsam bir Yüksel Arslan resminin müzayedeye çıktığı bir satıştı. Kataloğu ayrıntılı incelerken imzasız başka bir resim gördüm. Anonim bir eser olarak Fransa’daki bir müzayede evinde satışa çıkmıştı. Normalde çoğu zaman kimin resmi olduğu bilinir ama bu Neş’e Hanım’ın erken dönemiydi. Eseri görür görmez anladım Neş’e Erdok olduğunu. Bir sanatçıyı yakından izlediğinizde, imzası olmasa bile tanıyabiliyorsunuz. Emin olmak için kataloglara baktım. Katalogda eser “kâğıt üzerine karışık teknik” diye yazılmış ama resim büyük ve tuvaldi. Muhtemelen diasını ellerinde tutmuşlar ama boyutunu anımsayamamışlar. Sonra eseri satın aldım, Türkiye’ye getirdim. Resim ilk etapta restorasyon gerektiriyordu; restore ettirdim. Neş’e Hanım’a imzasız haliyle götürdüğümde çok hoşuna gitti, büyük sürpriz oldu onun için. Bazı eserlerini yıllar sonra görünce duygulanır; bunda da öyle oldu. Sonra bana şunu söyledi: “Bu resim Paris Academie des Beaux-Arts mezuniyetimdeki karma sergide sergilenmişti. Akademinin müdürü satın almıştı. Herhalde vefat edince onun koleksiyonundan satışa çıktı eser…” Neden imzasız olduğunu sordum; “Resim satıldıktan sonra imzalardım” dedi. “Bazen atlandığı oluyor.”
Söz konusu tablo aslında sadece bir sanat yapıtı değil, sanatçının hayatından bir kesitin yıllar sonra geri dönmesi gibi. Bu yüzden bana göre “Eserin Yolculuğu” serisinin ruhunu en iyi anlatan örneklerden biri. Son olarak… Neş’e Erdok özelinde koleksiyonunuzun geleceğe dair hedefleri nedir?
Benim koleksiyon oluştururken asıl hedefim, yalnızca tek tek eserler toplamak değil, Neş’e Hanım’ın tüm sanat yolculuğunu kapsayabilecek bir bütünlüğe ulaşmak. Öyle ki tek başına onun retrospektifini açabilecek bir koleksiyon gücüne erişmek isterim. Bu benim için çok önemli bir eşik. Neş’e Erdok’un her dönemini, üretimindeki dönüşümleri ve sürekliliğini izleyiciye gösterebilmek, hem sanatçının hakkını vermek hem de Türk resim tarihinde kalıcı bir bellek yaratmak anlamına geliyor. Elbette, Neş’e Hanım’ın da uygun görmesi halinde, bu koleksiyonu bir gün mutlaka bir sergiyle kamuoyuna açmak en büyük arzularımdan biri.
