Bir eser, yalnızca sanatçının atölyesinde başlayan bir hikâye değildir; fırça ilk tuvale değdiği andan itibaren başka zihinlerin, başka bakışların yolculuğuna da davetlidir. Peki bir eserin gerçek serüveni nerede başlar ve nerede biter? İzleyicinin gözünde mi, koleksiyonerin duvarında mı, yoksa sanatçının zihninde saklı kalan o ilk kıvılcımda mı?
“Eserin Yolculuğu” serisi, bu soruların izini sürmek için var. Amacımız yalnızca üç ayrı röportaj değil; bir resmin yaratılıştan izleyiciye ve geleceğe uzanan yolculuğunu, her durağında yeni anlamlar üreten bir hikaye olarak okumak. Her eser, onu yaratan sanatçının dünyasını taşırken, temsilcinin vizyonuyla başka coğrafyalara uzanır; koleksiyonerin seçimiyle de yeni bir kimlik, yeni bir bellek kazanır. Bu serinin ikinci durağında Türk resim sanatının usta ressamlarından Neş’e Erdok’un dünyasını inceliyoruz. Ardından, Erdok’un eserlerini yıllardır kararlılıkla temsil eden Kerem Malikler’in bakışıyla, sanatçının fırçasından çıkan her tablonun izleyiciyle buluşma yolculuğunu dinleyeceğiz. Son olarak, Erdok resimlerine sahip olmanın hem sorumluluğunu hem de derin hazzını yaşayan Ulaş Değirmenci’nin koleksiyonunda bu yolculuğun bir son değil, yeni bir başlangıç olduğunu göreceğiz. Her satırda şu soruyu fısıldamak istiyoruz: Bir eser, gerçekten kime aittir? Belki de yanıt, bu yolculuğun kendisidir.
“İstanbul Ressamı” Neş’e Erdok
1940 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Neş’e Erdok, kendisini “İstanbul ressamı” olarak tanımlar ama onun İstanbul’u kartpostallardan değil; sokakta rastladığımız, çoğu zaman görmezden geldiğimiz hayatlardan oluşur. Onun fırçası insana dair olanı arar. Gözlem gücü yalnızca renklerde değil; yürüyüşlerde, bakışlarda, ellerin kıvrımında saklıdır. İnsana dair bu derin bakışı, yalnızca tuvalde değil, Akademi’deki hocalık yıllarında da kendini gösterir. Mihri Müşfik’ten sonra kürsüye çıkan ilk kadın hoca olarak, 1972–2007 yılları arasında sayısız öğrenci yetiştirir.
Bizi ev-atölyesinde, uzun yıllardır yanında bulunan temsilcisi Kerem Malikler’le birlikte karşılayan Erdok’un atölyesini görmek bile başlı başına bir deneyimdi. Her köşesi geçmişin izlerini taşırken, şövalesi de fırça darbelerinin bıraktığı taze izlerle doluydu. Uzun uzun sohbet ettik. Erdok’un sevecenliği, olağanüstü hafızası ve güçlü betimlemeleri, anlattığı her anıyı sanki bir resmin içine taşır gibi gözümüzde canlandırıyordu. Onu dinlerken zaman zaman kendimi bir tablonun içinde buldum.

Fotoğraf: Barış Acarlı
Erdok’un rutini büyük ölçüde yalnızlık üzerine kurulu. Çalışırken yanında kimse olmaz; üretim sürecini kendi sessizliğinde sürdürür. Akademide hocalık yaptığı yıllarda (1972–2007) da öğrencileri etkilenmesin diye hep odasında çalışırmış. Bu tutum, onun sanata yaklaşımındaki içtenliği ortaya koyar: Öğrencilerine kendi bakışını dayatmak yerine, onların kendi yollarını bulmalarına imkân tanımıştır.
Yıllar önce İstanbul Modern’de eserlerinden birini ilk kez yakından görmüştüm. O anın bıraktığı etkiyi hâlâ hatırlıyorum. Bugün aynı sanatçının karşısında oturup onunla bu yolculuğu konuşabilmek, benim için tarifsiz bir onur. Neş’e Erdok’u, siz okurlarımızın daha yakından ve en doğru şekilde algılaması için aile köklerinden başlayarak, sanatının zirvesine ulaştığı zamana kadar geçen yaşam yolculuğunu adım adım gözler önüne sereceğiz.
Sizlere aşağıda aktardığımız bu değerli sohbetin sonunda, kendisine imzalatmak için uzattığım kitap Zaman Kuşu–Neş’e Erdok’un Yaşamı ve Sanatı idi. Kapakta, ‘en yakın arkadaşım’ dediği ağabeyi Saydam Erdok ve kendisinin yer aldığı o meşhur Zaman Kuşu resmi var. Neş’e Erdok gülümseyerek; kolunu omzuna atmış olarak resmettiği ağabeyini işaret etti: “Ağabeyim,” dedi, “Parmağındaki de zaman kuşu.” Erdok’un resimleri, sıradan gibi görünen hayat kesitlerini usul usul örüyor, işliyor. Erdok, eserlerinde duygu dünyasını yansıtıyor ve aslında kendi hayat arşivini oluşturuyor. Biz izleyicilerin kazancı ise içtenlikle yapılmış bu eserleri izleyebilmek ve bakış açımızı genişletebilmek. Artık biliyorum ki altmış yılı aşkın sanat yaşamında Neş’e Erdok’u anlamak yalnızca resimlerine bakmakla değil, onun dünyasına içeriden tanıklık etmekle mümkün.

Fotoğraf: Barış Acarlı
Ailenizin köklerini sizden dinlemek istiyorum. Balkanlardan İstanbul’a göç süreci nasıldı ailenizin?
Biz Rumeli göçmeniyiz. Hep tuhafıma gitmiştir çünkü oralıların çoğu sarışın, mavi ya da ela gözlüdür. Çocukken çok araştırırdım, bu çeşitliliği anlamaya çalışırdım. Anne tarafından dedem Şevki Sanlı Bey, Üsküp’ün önemli tütün tüccarlarından biriydi. Balkan Savaşı başlayınca anneannem Zehra Hanım ve çocuklarıyla birlikte bütün mal varlığını geride bırakıp Anadolu’ya göç etmeye karar vermişler. Önce Manisa’ya yerleşmişler. Dedemin yapması için uygun başka bir iş bulunamadığından, o sırada boş bir mevkii olan akıl hastanesi müdürlüğü görevi verilmiş. Annem Semai Hanım da Manisa’da doğmuş. Sonrasında, o sırada Yunan işgali altında olan Bandırma’ya taşınmışlar. İşgal nedeniyle oldukça çok zor günler geçirmişler. Örneğin evlerde sıklıkla silah aramaları yapılmış, erkekler camilere kapatılıp bomba tehdidi altında tutulmuş vesaire. Bu da halkın demoralize bir yaşam sürmesine neden olmuş. Bandırma günlerinden sonra, Gönen’de yaşamaya başlamışlar. Ardından Rumlardan kalma bir evde oturmaları istenmiş. Dedem ise buna karşı çıkmış: “Ben başkasının evinde oturmam” diyerek ailesini atlı arabaya bindirip İstanbul’a getirmiş. Üsküdar’da, Salacak’a yakın bir yerde önce camilerde kalmışlar, sonra Kaptan Paşa Camii’nin sokağındaki yarım kalmış ahşap bir eve yerleşmişler. Ben de orada, Zeynep Kamil Hastanesi’nde dünyaya gelmişim. Göbek adım da Zeynep. Babam Şinasi Erdok da Üsküplü, köklü bir aileden geliyordu. Böylece hem annem hem babam tarafından köklerimiz Balkanlara dayanıyor.
Çocukluk yıllarınızdan ve resimle ilk temasınızdan bahsedebilir misiniz?
Ortaokuldan beri resim yapıyorum. Orta 1, Orta 2’yi Erzincan’da okudum. Açık söylemem gerekirse, o dönemin okulları bence şimdikilerden daha iyiydi. Çok iyi hocalar vardı. Akademi mezunu bir ressam olan Turgut Minez, hoca olarak okulumuza gelmişti. Kısa boylu bir adamdı. Onunla karşılaşmam benim için çok önemlidir. Sınıfımızda, aşağı doğru daralan tahta bir çöp kutusu vardı. Bir gün Turgut Bey bu çöp kutusunu kürsünün üstüne koydu, “Hadi çizin bunu” dedi. İlk defa öyle bir şey önümüze gelmişti. Ayrıca bir ev ödevi verdi; bir su sürahisi çizmemizi istedi. Altı şişman, boğazı dar olanlardan. Eve geldim, bir tarafını çizdim, öbür tarafını simetrik yapamıyorum bir türlü. Bitiremiyorum. Bir tarafını annem bitirdi. Ertesi gün okula götürdüm. Hoca baktı. Sonra sarı saçlı bir arkadaşım vardı; Meral. Onu bir tabureye oturttu. Bana “Çiz bakalım” dedi. İlk defa insan çizecektim. Oturdum ve çizdim. Turgut Bey bana, “Sende iş var” dedi. İşte bu, resme ilk adımımdı. Hocamız, çarşamba günleri öğleden sonra faaliyet gösterecek bir ‘resim kolu’ kurmuştu. Yetenekli olan arkadaşlarımızı bu kolda faaliyet göstermek üzere çağırdı. Önümüze kimi zaman çiçek getiriyor, saksı getiriyor, çizdiriyor, yarışmalar yapıyor, ufak ödüller veriyordu. Bana hep şunu derdi: “Liseyi bitirdikten sonra akademiye gideceksin.” Bu sözü hep aklımda tuttum. Bence bir tek hoca bile hayatınızın değişmesini sağlayabilir. Hepsinin iyi olması gerekmiyor. Bunu söylerken şunu kastediyorum; iyi olmayan hocalar bir öğrencinin önünü kesemez. Önemli olan öğrencinin kendisidir ve başarı da doğal olarak öğrencinindir. Öğretmen yol açar ama yolda yürüyen öğrencidir.
Abiniz Saydam Erdok’un da resme ilgisi vardı değil mi? Sizi nasıl etkiledi bu durum?
Abim de çocuk yaşta resim yapardı. Aslında felsefe okumak isterdi ama hukukçu oldu. Askerî hâkimlik yaptı. Zor dönemler yaşadı, perişan oldu, sonunda kanserden kaybettik. Onu resim yaparken hep omzunun üzerinden seyrederdim. (Gülümsüyor) Hatta biraz da boyalarını çalardım.
Çocukluğunuzda çok gezmişsiniz; birbirinden farklı yerlerde bulunmuşsunuz…
Bütün çocuklar gibi ben de, ailem görev nedeniyle bir yerden bir yere atandığında onlarla yaşadığım yeri değiştirmek durumunda kaldım. Örneğin, ben orta ikideyken babamı Almanya’ya ataşemiliter olarak tayin ettiler. Babam Almanca biliyordu; 1936- 1940 yılları arasında Berlin’de ataşemiliter olarak görev yapmış. O zaman henüz doğmamıştım; abim de henüz çok küçüktü. 4 yıl süren bu görev, savaş çıkana kadar devam etmiş ve sonra Türkiye’ye dönmüşler. 1955’te babam ikinci kez görevlendirildi. Savaş bitmiş olmasına rağmen o sırada Amerikan ordusu hala Almanya’daydı. Hatta Alman ordusunun üniforma giymesi bile yasaktı, millî marşlarını çalamıyorlardı. O zamanlar başşehir Berlin değil, Bonn’du. Biz de orada Ren Nehri kıyısına yakın bir yerde kaldık. Almanya’da olduğum dönemde bir şeyler çiziyordum. Olanaksızlıklar sebebiyle resimlerimi ütü masasının üstünde yaptığımı hatırlıyorum. Yaptığım ufak tefek resimlerimi duvarıma asardım. Bonn’daki eğitimim sırasında ben de diğer elçilik mensuplarının çocukları gibi bir Amerikan okuluna devam ettim. O okula hiç ısınamadım. Okula başladığımın ikinci günü dedim ki “Ben bu okulu istemiyorum.” Bunun üzerine beni bir Alman ‘gymnasium’a yolladılar. Aynı zamanda Frau Seifert diye bir hocadan Almanca ders almaya başladım. Bu arada spor dersinde başarılı değildim. Bu yüzden çok üzülüyordum hatta ağlıyordum ama beni teselli etmek için “Neş’e, sen de resim yapıyorsun. Ağlama,” diyorlardı.
O yıllarda nasıl resimler yapıyordunuz?
Ağabeyimle kendimi çizdiğimi hatırlıyorum. Sonra örneğin bir binanın duvarına sıva çeken işçiler dikkatimi çekmiş, onları çizmişim. Etrafımda gördüğüm, dikkatimi çeken insanları ya da sevdiklerimi çizmeyi tercih ettiğimi hatırlıyorum.
Çocuk yaşlarınızdan itibaren gözlemlerinizden etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Evet. Örneğin Alman sisteminde öğrenciler sıklıkla yürüyerek gezilere götürülürlerdi. Hatta bunun sonunda öğrenciler için konaklama da olurdu. Bu da öğrencilerin çevresiyle olan ilişkilerini güçlendiriyordu.

Fotoğraf: Barış Acarlı
Bir yıllık Almanya serüveninizden sonra ortaokulu Üsküdar Paşakapısı Ortaokulu’nda tamamladınız. Ardından Üsküdar Fıstıkağacı Kız Lisesi... Sonra yolunuz nasıl akademiye yöneldi?
O zamanlar üniversite sınavı yoktu, liseden mezun olduktan sonra Alman Filolojisine yazıldım. Erzincan’daki ortaokul hocamın “Akademi’ye gideceksin” sözüne istinaden aynı zamanda Güzel Sanatlar Akademisi’ne de başvurdum. Akademinin sınavına girdim ve kazandım. Kazanınca, Akademi’ye devam etmeyi tercih ettim. O zaman okulumuzun adı Güzel Sanatlar Akademisi’ydi, daha sonra üniversite oldu.
Akademiden sonra yolunuz sizi İspanya’ya, ardından Fransa’ya götürüyor…
1965’te İspanyol hükümetinin verdiği bursla Madrid’e, dil okuluna gittim. İspanya’da o dönemi yaşamak çok ilginçti; Franco yıllarıydı. 1967’de Millî Eğitim Bakanlığının yabancı ülkelerde resim öğrenimi için açtığı yarışmayı kazandım. Böylece Fransa’ya gittim. Beş yıl Paris’te yaşadım, Académie des Beaux-Arts’tan mezun oldum. Sonrası yurda dönüş ve Akademi’de başlayan hocalık yıllarım. Tam otuz beş yıl sürdü.

Fotoğraf: Barış Acarlı
Sizce ilk dönem eserleriniz, üretildiği dönemde mi yoksa günümüzün Türkiye'sinde mi daha iyi anlaşıldı?
(Gülüyor.) Vallahi anlaşılıp anlaşılmadığını bilmiyorum. Şimdi bakın, nasıl diyeyim? Benim işlediğim konulara bakarsınız, “ben İstanbul ressamıyım” diyebilirim. İstanbul resmi deyince hep manzara akıllara gelir. Ben, diyelim ki İstanbul'un mendil satıcılarını resmettim. Çiçek satıcılarını, akordiyon çalıp para toplayanları, dilencileri, şehir hatları vapurları ve o vapurları kullanıp karşıya geçip gelenleri çizdim. Özellikle şehir hatları vapurlarındaki sahneleri çok resmettim. Çünkü her gün binip Akademi’ye gidip geliyordum, gözlemliyordum. Vapurun önünde simit satanlar, okumuş olduğunuz gazeteyi alıp başkasına satanlar o dönem için hayatımın dikkat çekici unsurları oldu. Oradan çok resim çıktı. Vapurun her bölümünde farklı insan grupları seyahat eder. Örneğin kitap okuyacak olanlar sakin bölümleri seçer, çay içecek olanlar büfeye yakın yerlerde otururlar. Yani yolcuların tercihleri vardır ve vapur müthiş bir hayattır aslında. Kısacası ben bir İstanbul ressamı olarak İstanbul’u yaşayan ve yaşatan insanların resimlerini, beğenilip beğenilmemesini düşünmeden çizdim.
Sizden sonraki kuşaklar, bundan 50 yıl sonra bir Neş’e Erdok resmini nasıl okuyacaklar sizce?
Ben meslek yaşamım boyunca hep etkilendiğim şeyleri resmettim. Geçmişte vapur insanlarını ya da sokak satıcılarını çizmem de bu sebeptendi, bugün Gazze ile ilgili resimlerim de bu sebepten. Resimlerim, tamamen benim duygu dünyamı yansıtıyor. Dolayısıyla bugün ya da yarın sanatseverlerin eserlerimi gördüklerinde yapacakları yorum her bireyin kendisine özel olacaktır çünkü resim yapmak kadar yapılmış resmi yorumlamak da oldukça kişiseldir. Ben hayal ürünü değil, görüp etkilendiğim şeyleri resmetmeyi seviyorum. Bu kimi zaman üzücü, kimi zaman da hayata dair sevgi dolu bir şeydir. Bütün yaptığım resimler bu duygularla yapılmıştır. Burada bir konuya değinmek istiyorum. Bildiğimiz gibi bazı Hristiyan resimlerinde bir takım işkence görmüş figürler vardır. Ancak unutmayalım ki bir resmin bakılabilir olması gerekir. Bu sınırı aşan kompozisyonlara kimse ilgi göstermez.
Peki, ev-atölyenizde duvarda bir sürü eserinizi görüyorum. Onlarla günlük yaşamı deneyimlemek nasıl bir duygu?
Daha şövale üzerindeyken bakmaya başladığım resimlerim, onları çok severek yaptığım için benim hayatımın birer parçalarıdır.
Onlarla yaşamak güzel ama vedalaşmak zor olmalı…
Eğer mümkün olsaydı hayatım boyunca yaptığım resimleri biriktirir ve tek bir sergide toplayıp hepsini ayrı ayrı ve birlikte görmek isterdim. Herhalde bu, güzel bir son olurdu.
Çalışma rutininizden bahseder misiniz? Gününüzü nasıl organize edersiniz?
Meslek hayatımın başından beri yalnız çalışmayı tercih ederim. Daha çok öğleden sonra ya da akşamları çalışırım.
Peki tuval başına geçtiğinizde ilk adımınız nedir? Önce desen mi?
Desen çiziyorum ben. Hep desen, önce desen.
Büyük tuval kullanma alışkanlığınızın ardındaki düşünceyi merak ediyorum.
Ben mücevherci gibi çalışamıyorum. Yani şöyle tık tık tık tık; hani küçük fırçalarla… Öyle resimler var, gayet güzel resimler de var. Ben yapamam.
Öğrencilerinizden ya da daha genç kuşaktan takip ettiğiniz, beğendiğiniz sanatçılar var mı?
Tabii doğal olarak benim vaktiyle beraber çalıştığım ressamlar var. Yani aynı atölyede görev yaptığımız, insan olarak da daha yakından tanıdıklarım var. Mesela Ahmet Umur Deniz, çok yeteneklidir. Daha okula ilk gelişini hatırlıyorum onun. Neşet Bey’le (Neşet Günal) beraber ilk işlerine baktığımızda, Neşet Bey bana sonra “Neş’e dikkat et, çocuğu bozmayalım” dedi. (Gülerek devam ediyor) Çünkü zaten çok iyiydi. Çok efendi, çalışkan ve iyi bir insandır. Son sergisi de çok güzeldi. Hüsnü Koldaş vardır. Hüsnü, gündüz uyuyup gece resim yapar. Her yere yürüyerek gider. Resimlerine severek bakarım. Son olarak Nedret Sekban var. Elbette isimler çok, ama aklıma ilk gelenler bunlar.
Sanatın ekonomik değer kazanması üretiminizi etkilemez biliyorum. İzleyiciyle ilişkinizi etkiledi mi?
Yok, etkilemedi. Hakikaten.
Peki Türkiye'de resim eğitimi veren kurumları bugün nasıl değerlendirirsiniz?
Vaktiyle tabii çok yoktu. Akademi esastı, bir de Ankara’daki okullar vardı. Karşılıklı çekişmeler olurdu. Ankaralı ressamlar İstanbullu ressamları sevmezdi mesela. Aslında ne kadar gereksiz bir şeymiş bu çekişme… Ben ilkokul 2-3-4 ve 5’i Ankara’da bir Cumhuriyet İlkokulu’nda okudum. Hatta Ankara demişken daha sonraki yıllarda yaşanmış bir anımı da sizinle paylaşmak isterim: Vaktiyle Vakko bir yarışma yaptı. ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ isimli bir yarışma. Ben de girdim o yarışmaya. Genelde Atatürk resmi yapılıyor tabii. Benim Atatürk’üm biraz farklı oldu... Ankara’da emekli subayların kaldığı bir binada, duvarda kötü bir resim gördüm. İçinde subayların olduğu bir çadır vardı. O zaman babama sordum, babam da subay. “Kurmay subayların çadırları olur genelde” dedi. Hani savaşlarda kaldığı çadırlara Atatürk de bir sandık kitapla gidermiş. Ben bunu öğrenince bir Atatürk resmi yaptım. Çadırın dışında, kapısının önünde Atatürk oturuyor. Üzerinde pelerini, elinde de sigarası var. Çadırın içinde bir gaz lambası yanıyor. Dışarıda bir ağaç, birkaç çiçek var. Gökte ise melankoliyi çağrıştıran ‘melankolinin kara güneşi’ dedikleri güneş var. Atatürk orada düşünüyor tek başına. Ben bu resim yarışmasını kazandım nasılsa. Ondan sonra Vitali Hakko ödül törenini Ankara’da yapmak istedi. Ankara Resim Heykel Müzesi’nde yapılacaktı. Benim o sırada param yetmediğinden Ankara’ya törene gidemedim. Sonrasında Vitali Hakkı resmi, Ankara Resim Heykel Müzesi’ne hediye etmiş. O resmi hiç asmadılar biliyor musunuz... Elimde diası da yok resmin.
Bu kadar çok yerde bulundunuz; peki sizi en çok etkileyen, hafızanızda özel bir yer edinen mekân hangisiydi? ‘Keşke bir gün yeniden gidebilsem’ dediğiniz bir yer var mı?
Aslında hepsini görmek isterim ama şöyle bir şey var: Hani bazıları gider, yerleşir ya… Benim öyle bir düşüncem hiç olmadı çünkü ne yaparsanız yapın, orada hep yabancı olduğunuzu hissettirirler. Dışarıdan çok kabul eder gibi görünseler de bir şekilde size belli ederler. Öyle şeyleri çok gördüm. Belki kimisi öyle yaşamaktan hoşlanır ama bana göre değil. Bakın, Fransa’da 4 yıl 8 ay kaldım. On üç kere ev değiştirdim. İstesem orada kalırdım; bir galeriyle anlaşırdım, ayda şu kadar resim vereceğim diye sözleşme yapardım ama istemedim.
Şimdiye kadar anlattıklarınızdan zaten çok dil bildiğiniz anlaşılıyor; sizden duysak, toplamda kaç dil konuşuyorsunuz?
İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Almanca, Türkçe… İspanyolcayı biliyorum demek istemiyorum ama anlıyorum tabii.
Peki İstanbul’da sizi en çok etkileyen, belleğinizde iz bırakan mekânlar hangileri oldu?
Nişantaşı’na bir ara çok giderdim. Kuzguncuk… Beyoğlu’nda Emek Sineması’nın 16.30 seanslarını hiç unutmam. İstanbul çok büyük bir şehir, bitmeyen bir kaynak. Öğrencilerimi de hep gezilere götürürdüm; Kılıç Ali Paşa Camii, Ermeni Kilisesi, Arap Camii, Şişhane, Karaköy, Haliç… Boğaziçi Üniversitesi’nden Amerikalı bir hoca olan John Freely’nin Strolling Through Istanbul diye bir kitabı vardır. Bütün İstanbul’u planlarıyla anlatır. O kitap eşliğinde gitmediğimiz yer kalmadı. Çocukları hep dolaştırdım.
Sanat pratiğinizde gravür ya da heykel gibi farklı alanlara yöneldiniz mi?
Tuhaf ama hiç gravür yapmadım; oysa çok kıymetli bir alan olduğunu düşünüyorum. Heykel bölümüne gidip çalışmaları izlerdim. Heykeltıraşlardan Gürdal Duyar’ı ise özellikle çok severim.
Son olarak, Contemporary Istanbul bu yıl 20 yaşında. Sizin için bir anısı var mı?
Siz sorunca bir anım aklıma geldi, Deli Evlatlık resmim... Yıllar önce Üsküdar’da görmüş olduğum biriydi. Ben de küçüktüm. Ahşap bir evde oturuyorduk, anneannemin evinde. Bir yandaki değil, ondan sonraki evde evlatlık bir çocuk vardı. O zamanlar öyle... Evlatlıkları biliyorsunuz, saçlarını kulak hizasından kestirirler bitlenmesin diye. Arka bahçeye çıkıyordu bazen ve ağlıyordu orada. Ben onunla konuşuyup arkadaşlık ediyordum. Sonra ondan yola çıkarak yaptım o resmi. Deli Evlatlık o. İnanmazsınız ben yıllar sonra Contemporary Istanbul’da, John Hopkins koleksiyonu sergilenirken o resmimi gördüm ve çok şaşırdım.
