Arama
E-bülten
E-bülten
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Arama
Sergiler
Söyleşi

Dilimizde Biten Nakarat

Canan Tolon insanı doğanın karşısına/dışına/ötesine konumlandıran manzara anlayışının dışında kalarak doğanın içinden, tam ortasından sorular soruyor. Dirimart Pera’daki Nakarat sergisi, doğayla var olan ilişkimizin, tekrarlarla artık duyulmaz hale getirdiklerimizin estetik, tekinsiz bir sorgusu

Firdevs Ev
21 Eylül 2025

Dirimart Pera’da 6-28 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek olan Nakarat sergisi için Canan Tolon’la sohbetimizi serginin açılışından birkaç hafta önce gerçekleştiriyoruz. Bu yazının okurlara sergiyle eşzamanlı ulaşabilmesini istiyoruz. Dolayısıyla basılı mecranın gerçekliğine sabırla uyum sağladığımız alternatif bir zaman akışındayız. Ona sergiyi heyecanla beklediğimi, fakat görmeden soru hazırlamanın buruk hissettirdiğini söylüyorum. “Sergiyi ben de henüz görmedim,” diyor, “Bu anlamda eşitiz.” Güleryüz, eşitliğe vurgu. Tamam, doğru yerdeyiz. Canan Tolon rutini kırmanın, oturup beklemek yerine kritik soruları sormanın kıymetini bilen bir sanatçı. Nakarat doğayla kurduğumuz ilişkinin, artık duymaz hale geldiklerimizin estetik, tekinsiz bir sorgusu. Geçtiğimiz yılın ocak sayısında, sanatçının Havadan Sudan sergisi üzerine yazmıştım. Bu yıl da kendisiyle “havadan sudan” sohbet etme fırsatı bulduğuma göre çok şanslıyım.

Sergiye adını veren kavramdan başlayalım. Nakarat denince bir şarkıda sevilen kısımlar kadar, uğraşsak da aklımızdan atamadığımız kısımlar da geliyor. İşlerinizde tekrar ve tekrarlamaları bolca kullanıyorsunuz. Fişekhane’de gerçekleşen Limbo isimli serginizde yan yana dizilmiş salıncakların oyuna davet eden görüntüsü hâlâ aklımızda. Nakaratların tekrarından söz ederken neler düşünüyorsunuz?

Bir melodiyi, şarkıyı veya şiiri tekrar tekrar duyduğumuzda bize artık fazlaca yakın gelir ve bize yakın geldiği için bizi rahatlatır. Bunun verdiği o rahatlık… Ama bu tekerrür aynı zamanda anlamını kaybetmiş bir şeye de dönüşebiliyor. Bu konu üzerinde önemle durmuşumdur işlerimde. Nerede başlayıp bittiği belli olmayan ama bize yakın ve samimi gelen sesleri düşünüyorum. Artık anlamlarını yitirmiş kelimeleri düşünüyorum: mantraları, duaları, basmakalıp dilek formüllerini, çocukları sakinleştiren ninnileri, müzikleri… Aklıma Alouette isimli geleneksel bir Fransız çocuk şarkısı gelir. Çocukları uyutmak ya da avutmak için söylenir. Tekrarları olan, nakaratını herkesin bildiği ve birlikte söylediği bu şarkı, tarlakuşuna hitaben sevimli sevimli başlar: Alouette, gentille alouette. Alouette, je te plumerai. Je te plumerai la tête… Je te plumerai le bec… diye devam eder. Yani “kafanı yolacağım, gaganı yolacağım, tüylerini yolacağım” diye sürer ve güzel melodinin sonunda zavallı hayvanın da sonunu getirir. Bu öyle bir şey ki, melodi tekrarlana tekrarlana o acımasız anlamını da yitirip duyulmaz hale gelir. Nakaratın kendisi anlamını yitirdiği gibi, anlamın kendisi de yiter gider. Biliyorsunuz, nakaratlar işkencede de çok kullanılıyor. Afganistan’da, Çin’de… Durmadan damlayan suyun tak tak sesleri ya da Suriye’de Ebu Gureyb’deki tutuklulara Disneyland’in It’s a Small World (After All) şarkısının 24 saat, aylar boyunca tekrar tekrar dinletilmesi, tutuklularda doğal olarak beyin hasarına neden olmuştur. Sözleriyle birlikte düşününce de bir tür işkence. Bazen dediğiniz gibi kafamıza takılan müzikler olur… Bir iç sıkıntısı hissederiz. Kurtulamadığımız, hatta nereden aklımıza geldiğini bilmediğimiz bu anlamsız melodi yüzünden sinirlendiğimiz olur. Özetle, nakaratın esir tutan bir tarafı var. Yani sloganlaşıyor; çünkü sloganlar da öyle…

Nakaratların sloganlaştığı bir ortamda sloganlar da nakaratlaşıyor bir nevi…

Evet. Bunu politik bir bağlamda da düşünebiliriz. Nakarat manipülatif bir alet haline gelebiliyor. Türkiye’de, Amerika’da benzer hisler içindeyiz. Tekrarı güçlü bir alet gibi kullanan Trump gibi başkanların sıkça başvurduğu bir yöntem. Bir şeyi çok tekrar edince insan artık ona sağırlaşıyor ve duyuları iyice köreliyor. Gerçekleşenlere hayretle “Hep söylüyordu ama imkânsız gibi görünmüştü bize,” dediğimiz çok oldu. Politik açıdan biz de karşı gelenler olarak, halk olarak sokaklarda toplandığımızda o sloganlara inanmıyor durumdayız artık. Geçmişte çok protesto yürüyüşlerine katıldığım oldu ve bunları yapıyoruz ama bir noktada bu sloganlara ne kadar inanıyoruz? Hâlâ inanıyor muyuz hakikaten? Bir sloganın ardından bir diğeri takip ediyor. Bu rahatlatan melodilerin içinde kaybolup gidiyoruz. Bu bizi uyandırmıyor. Maalesef, aksine, herkesi ancak rahatlatan bir şey haline gelerek binlerce insanın sokaklara dökülmesine neden oluyor. Sonuçta, deşarj olup ama sonra yine aynı şarkıyı dinlemeye ve söylemeye devam ediliyor… Kulağımıza müzik gibi geliyor artık.

Tarif ettiğiniz bu imkansızlığın içinde ne yapabiliriz sizce?

Ben rahat diyaloglardan, sanatı bir görev gibi üstlenmekten ya da didaktik beyanlarda bulunmaktan ziyade soru sormayı önemsiyorum. Çözülmemiş bir şey varsa, bunu vurgulamak istiyorum. Bu, gözle görülen bir şey; anı göstermekten çok hissettirerek gerçekleştirmek amacım oldu. O deşarjı, enerjiyi öyle harcamak mecburiyetinde değiliz. Devam edebilmek için magic thinking, masal uydurmak, çocuk masalları gibi tekrarların tuzağına düşmek gerekmiyor. Serginin ismi İngilizcede Refrain olarak geçiyor. Refrain dendiğinde bir koro akla gelir. Belli düşünce şablonları tekrarlanır: “Şöyle şöyle, üç kişi bir bara girmiş…” Bu bir ipucudur. Herkesi rahatlatan bir tarafı olur, gülümsemelerle karşılanır. Fakat Refrain’in ikinci bir anlamı var: kendini bir şey yapmaktan alıkoymak, mâni olmak, bir yerde haddini bilmek…

Bu rahatlamadan bahsederken sanatın kendi içinde hem bu gücü hem de tehlikeyi barındırmasından söz ediyoruz öyleyse. Mesela kalabalık konserlerde hep bir ağızdan söylenen şarkıları düşünüyorum. Bir melodinin ülkeleri, nesilleri aşabilmesinde üzerine düşünülecek şeyler var sanki. Siz bu “ortak ses” konusuna dair ne düşünüyorsunuz?

Doğru, haklısınız. Toplu bir ortamda, örneğin bir meyhanede, eski bir şarkı -mesela Timur Selçuk’un çok bildiğimiz bir melodisi- çaldığı zaman, herkes birden başka bir boyuta kaymış gibi olur ve ne yapıyorsa o an her şeyi bırakır, o şarkıya hep birlikte eşlik eder. Bir zamanı hatırlatır ve herkesi o zamana geri götürür sanki. O anı tekrar yaşar, mutlu ya da efkârlı. O zamanın enerjisini, beraberliği, tam olarak o ânı yakalamış olursunuz. Bugünün pop müzik sanatçıları -aklıma gelen Taylor Swift ya da Billie Eilish- konserlerinde seyircilerini o kadar kaptırmıştır ki, şarkıları onlarla birlikte söylerken neredeyse onların yerinde söylemek isterler. Sanatçının sesi bastırılır ve onu duymak imkânsız hale gelir. Dinleyiciler onunla aynı şeyi söylüyor ama orada ne oluyor, aynı şeyi mi hissediyorlar, bilmiyoruz. O an, aslında artık Swift’le ya da Eilish’le aynı an içinde değiller. Nakaratın büyüsü, gücü işte burada yatıyor. Sloganlar için de benzer bir şey geçerli. Buradaki beraberlik bir kakofoni değil, tam tersine, o sesi herkesin aynı anda çıkarmasının heyecanı. O heyecan müthiş bir şey bence. Yalnız tuzağı da şu ki, orada kalıyor; bir kez daha o tuzağın içindeyiz. Belki şöyle örnek verebilirim: Popstarın sesini artık duymaz oluyoruz; hiç detone olmadan, senkronize şekilde şarkıyı duyuyoruz belki ama popstarın yerine, hatta ötesine geçmiş oluyoruz. Onun sesini kısmış oluyoruz. Artık sözleri neydi bilmiyoruz, mesajın bir samimiyeti, sahiciliği kaldığını söylemekte zorlanıyoruz. İşte nakaratın gücü ve insanı güçsüz bırakan tuzağı burada yatıyor.

Bir katarsis yaşanıyor yaşanmasına ama bundan öte, devamlılık önemli. Doğru mu anladım?

Evet, biraz karamsar olacak belki ama bence o deşarja alet olunuyor.

“Sergide, nakaratın bizi ne kadar güçsüz bıraktığını vurgulamak istedim”

Karamsarlıktan ziyade gerçekliğe yaslanıyorsunuz gibi hissediyorum, bu da iyi bir soru sormanın ilk adımı değil mi? Nakarat sergisi doğayla ilişkimiz üzerine de birçok soru soruyor bu sayede. Bunlardan biraz bahsedebilir misiniz?

“The tables are turned,” derler ya, doğaya bakışımızda şu anda bunu görüyoruz. Biz tabiata hükmediyoruz zannederken aslında tabiat bize hükmediyor. Zaten ölümlü olan biziz, insanlar. Yok olacak olan tabiat değil. Tabiat, gördüğü tüm zararlarıyla, kirliliğiyle bir şekilde devam edecek; ama biz orada olmayacağız. Pislikler denizlere akıtılsa da, ormanların hepsi kül olsa da, hayvanların hepsi plastik parçacıklarını yutsalar da, tabiat yine devam edecek. Ne şekilde edecek bilmiyoruz; ama biz olmayacağız. Bunun ne kadar ironik olduğunu düşünüyorum. Tabiat ve hayvanların insanlara ihtiyacı yok; ama insan nesli onlarsız hayatta kalamaz. Küresel ısınma konusu ciddi mi değil mi diye sorgulayanlarla, bunu önemsemeyi reddedenler arasında kaldık. Havalar çok değişti; eskisi gibi değil. “Ne giyeceğimizi şaşırdık” diyenler… Sonunda hiçbir şeye değmeyip havadan sudan bir diyalog kurmak istediğinizde, kimseyi üzmesin diye niyetlendiğiniz o konuşma bile politik hale geliyor; “havalar” bile çevre konusuna dönüyor. Bu sorular, bu tekerrür, bir tuzak. Çevre üzerine zirve toplantıları yapılıyor; Paris’te, İsviçre’de… Ve bunlar gibi, çevreyi kirleten endüstrilerini başka ülkelere taşıyan, gelişmiş ülkelerin delegelerinin konuşmaları hâlâ devam etmekte. Her sene adalarının su seviyesi artış tehlikesinden yakınan ve ayakları suda olan yerli insanların şikâyetlerini duyuyoruz ve hâlâ acil yardım beklediklerini biliyoruz. Buluşuluyor, konuşuluyor; her sene aynı şarkı… Ama tüm bunlar gitgide büyüyen bir boşluk oluşturuyor. Masalarla çevrilmiş durumdayız ve görüyoruz ki biz bir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz. Kentsel dönüşüm depremi önler mi? Ama her gün bunu dile getirirsek sonunda kimse depremden korkmaz olur. Niyet, konuşmanın kendisinin anlamını yitirmesi. Eleştirel düşünme bitiyor. Bir sanatçı olarak güçsüzlüğümüzü de hissettirmek istiyoruz. Sergide, bu anlamda, nakaratın bizi ne kadar güçsüz bıraktığını böylece vurgulamak istedim.

Canan Tolon, Untitled, 2025, Tuval üzerine akrilik, 276 x 220 cm

Sanatçı olarak güçsüzlüğümüz konusunu biraz açabilir misiniz?

Sanatçıların politik mesajları konu almak mecburiyetinde olduğunu düşünmüyorum. Çevre konusuna değinen sanatçılar gittikçe çoğalıyor. Bu konuyu işlemeyi bir mecburiyet gibi sayanlar da var… Çünkü birçok alanda olduğu gibi, bu alanda da politik konular üzerinde çalışmalar üretildiğinde sponsorlardan yardım almak kolaylaşıyor. Oysa sponsorların çoğu maalesef bu çevresel çöküşün sebepleri olabiliyor. Tüm o büyük prodüksiyonların kendisi de keza aynı şekilde. Bana kalırsa, bu çöküşü anlatmak için devasa sanat prodüksiyonları yapmak gerekmiyor diye hep düşünmüşümdür. Aksine, acizliğimizi hissettirecek işleri en basit şekilde göstermek mümkün. İşte bu yüzden ekilen bir tohumdan çıkan hayat başlangıcı bana hep daha büyüleyici gelir ve büyük bir heyecan verir.

Nakarat, sönmüş bir yangın yerine adım atmayı hatırlatıyor. Ancak çoktan her şeyi yakıp kül etmiş, soğuduğu için yanına yaklaşılabilen bir yangın. Son dönemde iyice artan orman yangınlarını da düşününce bu işin ortaya çıkış sürecinde hâkim olan duygunuzdan biraz bahsedebilir misiniz?

Aslında bu işleri üretirken niyetim, bu yaz dünyayı kasıp kavuran yangınları resmetmek değildi. İşlerimi üretirken daha ziyade neyi hissettirmek istediğim üzerine düşünüyorum. Çağımızda çok fazla umutsuzluk, mutsuzluk hâkim. Her gün duyduğumuz ve haberlerde gördüklerimizi aktarmayı seçebiliriz; ama niyetim, bu sergiye adım atıldığında insana iç açıcı bir duygunun da eşlik etmesini sağlamaktı. Bu anlamda estetikten korkan bir sanatçı değilim. Eskiden hep derdim: “Çiçek resmi yaptığım zaman bilin ki dünyanın sonu gelmiştir.” Bu serinin üretimine başladığımda, gittikçe karamsar zamanlara denk geldim. Egemen olduğumuzu sandığımız her şeyi artık kontrol edemez hâle getirildik. Sergi mekânına girdiğinde, izleyici kendini floral bir çevrede buluyor. Karşısına çıkan duvarda, doğanın iç mekâna taşınmasını istedim. Bu, 18. ve 19. yüzyılların Arts and Crafts hareketini ve John Ruskin dönemini çağrıştırıyor. Natürmort üzerine çalışırken, insanların doğayı öldürerek ölümsüzleştirmesi fikrini işlerken, bir yandan da bu çiçeksi, sükuneti temsil eden floral işlerin gitgide daha tehdit edici bir şekil almaya başladığını gördüm.

Bu duygu mekânı kullanımınızda iyice belirginleşiyor. 12 iş galeriyi kaplayacak şekilde karşımızda yay gibi uzanıyor. Ona baktığımız kadar kendi içimize de bakmamızı söyleyen bir biçimi var. Siz işlerinizde zaman zaman aynaları da kullanıyorsunuz. Buradaki yapıtlar da yan yana büyük bir ayna olsa, o ayna karşısında küçüleceğiz. Serginin yerleşimine dair neler söylemek istersiniz?

Serginin mimarisi insanı kasıtlı olarak zorluyor, evet. İçeri girer girmez, ilk bakışta insanı siyah-beyaz, artık ölmüş bir manzara karşılasın istedim. Kurulan duvar, serginin önemli bir parçası sayılır. Konkav bir yay şeklinde kurulan bu duvar, girişte biraz manidar bir konumda. Duvarda, iki ucundaki resimlerin renkleri daha sıcak, daha aktif; bu insanı çekiyor, fakat ölüm savaşını kaybetmek üzereler. Konkav şeklinden dolayı ancak orta alanda durulabiliyor ve resimler çok yakından görüldüğü için serinin bütününü idrak etmek neredeyse mümkün değil. Daralan kısımlara gidildiğinde ancak geri geri giderek o dar yerden çıkılabiliyor. Zaten mekâna ancak girilen yerden çıkmak mümkün. Bu, neredeyse klostrofobik bir sıkışıklık hissi verebilir. Bu duvar bir ayna olsaydı, izleyici karşısında bir nokta kadar bile olmazdı. İnsanı ufaltma isteği hâkim bu alanda. Hafif bir gözdağı veriyor. Nakarat bu duygulara yoğunlaşıyor. Orta alanda, tam karşısında durabildiğimiz kısım, yangının tam da geçtiği yer, soğuk bir kalıntı gibi görünüyor. Bu anlamda yangınların başlaması, tam da korktuğum şeyin gerçekleşmiş olduğunu hissettirdi. Burada resim de nakarat gibi işliyor; artık işe yaramaz bir tarafıyla insanı yönlendiriyor. Kapanmak üzere olan bir çemberin, iki ateş arasında kalmış hissini veriyor. Bir tiyatro sahnesinin aksine, çıkışı olmayan bir yer burası. Yüzleşmek zorunda bırakıyor. Artık duvara karşı duruyoruz, duvara dayanmış durumdayız. Çıkışın ancak ve ancak girdiğin yer olabilir. Biraz tuzak gibi.

Canan Tolon, Untitled, 2025, Tuval üzerine akrilik, 276 x 220 cm

Sizle konuşmadan bir gün önce, Wim Wenders’ın Wings of Desire (1987) filmini izledim. Belki bu yüzden, Berlin duvarını düşünmeden edemiyorum. İşleriniz bu sergide birer resim hayali, bir ayna kadar, bir duvar olarak da işliyor. Devamı erişilebilir olsaydı, ardında ne olurdu acaba?

Doğru, kullanmadığım karanlık bir boşluk var duvarın arkasında. Galeri mekânının yarısından fazlasını özellikle kullanmak istemedim. Aslında her iki uca gitmeye davet eden bir yapısı var. Bir yay gibi olması, aynı zamanda dinamik bir ortam da yaratıyor. Fakat bir yere kadar ilerlenebiliyor; duvara karşı durmak mecburiyetindesin. Bir boşluk açma ihtimalini düşündüm ama güvenlik sorunları nedeniyle sakındım ve buna yönelmedik. Biraz da ardına gidilmesine mâni olmayı, olayı orada kesmeyi tercih ettim. Duvarın arkasındaki alanın özellikle harcanmasını istedim. İki tarafı da itilmiş ve sıkıştırılmış, baskı altında bir tür çıkmaza yönlendiren bir yay gibi görmek istedim; yani bir dead end gibi.

Ölü doğaları, çıkmaz sokakları konuşurken iyice kendi ölümümüze ve ölümsüzlüğe yaklaşmış vaziyetteyiz. Elbette geriye bizden bir hatıra kalsın isteriz. “İzlediğimiz” doğanın kendisi, bizi karşısına alıp anda dondursa ve resmimizi yapsa, insanlığı hangi noktasında ölümsüz kılardı dersiniz?

Doğa, zamanında Pompeii ve Herculaneum’da da bunu yaptı diyebiliriz. İnsanları heykellere dönüştürdü. İnsanlar onlara heykel gibi baksa da doğa aslında insan neslinin günlük hayatlarını sürdürürken bir enstantane resmini yaratmış oldu.

Sergiyi 6-28 Eylül tarihleri arasında Dirimart Pera’da görebilirsiniz.

SergilersanatSanatçıGündem
E-bülten
Art Newspaper Türkiye
Hakkımızda
Çerez Aydınlatma Metni ve Politikası
Kişisel Verilerin Korunma Politikası
Aydınlatma Metni
Açık Rıza Onay Formu
Künye
Partnerlerimiz
Satış Noktaları
Kariyer
İletişim
© The Art Newspaper