“Avrupa’da bolca sanat var, Amerika’da ise bolca para.” Bu söz, yalnızca keskin bir gözlemin değil, bir yüzyılın sanat piyasasını kökten değiştiren bir zihnin ürünü: Lord Duveen. İlk Duveen işletmesi, Hollanda’nın kuzeyinde, küçük Meppel köyündeki bir nalbant dükkanıydı. Büyükbaba Joseph Duveen, Yahudi bir zanaatkardı. 1843 yılında dört çocuğun en büyüğü olarak dünyaya gelen baba Joseph Joel Duveen, klasik bir meslek mirasına doğdu. Evdeki erkek çocuklara verilen tek eğitim ise, anneleri Eva tarafından, temel düzeydeydi. Okul değil ev ve nalbant dükkanı arasında sıkışmış bir eğitimden söz ediyoruz. Asıl kırılma noktası da bu evin içinde oldu. Eva, stresli ve dar imkanlarla dolu hayatından uzaklaşmak için bir hobi arıyordu. Elindeki sınırlı parayla, Hollanda’nın meşhur Delft çömleklerinden toplamaya başladı. Başta yalnızca hoş bir oyalanmaydı bu, ancak zamanla işin ehli oldu. O kadar ki, oğullarını köy dışına gönderip seramik arattırmaya başladı. İlginçtir, çocukların da gözleri gelişmişti zaman içerisinde. Artık Delft çömleklerini ayırt edebiliyor, hatta profesyonel bir titizlikle seçebiliyorlardı.
Başka bir şeye yatırım yapacak maddi güçleri yoktu ama bu seramikler yavaş yavaş ciddi bir hobiye dönüşmüştü. İlginç bir şekilde, dönemin bazı varlıklı koleksiyoncuları, bu ‘ucuz’ Delft çömleklerine ilgi göstermeye başlamıştı. Aslında ellerinde İngiltere’den ya da Fransa’dan ciddi sanat eserleri alma imkanı olan bu insanlar, neden Delft seramiklerine yönelmişti? Bunu bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa, o da Eva Duveen’in kıvrak zekası. İşte bu noktada, aile tarihini tamamen değiştiren hamle geldi. Eva, 23 yaşına basmış en büyük oğlu Joseph Joel’e (Lord Duveen’in babası) bir meslek icat etti. Onu elinde Delft seramikleriyle birlikte bu zengin koleksiyonculara gönderdi. Ancak işler planlandığı gibi gitmedi. İngilizcesi neredeyse olmayan Joseph Joel için Londra adeta bir duvar gibiydi. Çaresizce pes etti, hatta bir süre domuz yağı satmaya başladı ama kader görünmez ağlarını çoktan örmeye başlamıştı. Joseph Joel, Hull şehrine gittiğinde orada bir tefeciyle tanıştı. Tefecinin kızı Rosetta Barnet’e aşık oldu. Elinde kalan Delft seramiklerini ona hediye etti. Rosetta, bu sıradan görünen hediyeleri babasına gösterdiğinde, genç adamın gerçek değerini anlamadığı bu çömleklerin kıymetini uyanık tefeci anladı. Anlaşma hemen yapıldı: Rosetta’yla evlenmek istiyorsa, ailesinde bulunan diğer seramikleri de getirecekti; öyle de oldu. Evlilik gerçekleşti. Genç çift, Londra Hull’daki evlerinin üst katını bir dükkana çevirdi. Artık burada antika objeler ve sanat eserleri de satılıyordu. Domuz yağından vazgeçen Joseph Joel, hiç istemeden de olsa antikacı olmuştu. Yani, Duveen ailesi için ‘başlangıç’ resmi olarak burada yazıldı. Kader mi? Bir annenin gözü mü? Her ikisi birden belki de.
Evlerinin üst katında açtıkları küçük antika dükkanı her geçen gün daha çok ilgi görüyordu. İşleri büyüdükçe isimleri duyuluyor, aileleri de kalabalıklaşıyordu. Toplamda on iki çocuk sahibi oldular. Bu çocukların ilki, 1869 yılında dünyaya gelen ve bu yazının asıl konusu olan isimdi: Lord Duveen. Tarihin en büyük sanat taciri, işte o küçük antika dükkanında dünyaya gelmişti.
İki kıta, tek imparatorluk
Tıpkı Joseph Joel gibi, onun küçük kardeşi Henry de okula hiç gitmedi. Ancak anneleri Eva’nın yönlendirmesiyle Hull’daki dükkanda abisinin yanında çıraklığa başladı. Kısa sürede sınırların ötesine geçme fikri aklını kurcalamaya başladı ve 1876’da, genç yaşta Boston’a ayak bastı. Duveen ailesinin Amerika’ya açılan ilk kapısıydı bu.
O yıllarda daha çocuk yaşta olan yeğeni Joseph (ileride Lord Duveen olarak tanınacak) henüz ortalarda yoktu. Henry çok kısa süre içinde, Amerika’nın en güçlü figürlerinden bazılarıyla tanışmaya başlamıştı. J.P. Morgan, Benjamin Altman gibi isimler, Henry Duveen’in sonradan danışmanlığını yaptığı koleksiyonerler haline gelecekti. Kısa süre sonra New York’a taşındı. Manhattan’ın eski kuyumcu semtlerinden Maiden Lane’de, bir odadan bozma küçük bir dükkan açtı. Artık dükkanda yalnızca Delft seramikleri değil, kıymetli mobilyalar, halılar, Avrupa’dan getirilmiş dekoratif objeler de satılıyordu. İlerleyen yıllarda Henry Duveen, J.P. Morgan’ın Madison Caddesi’ndeki evinin iç tasarımını tamamen üstlenecek kadar güçlü bir figüre dönüşecekti.
Bu sırada Joseph Joel de boş durmuyordu. Hull’daki dükkanını kapatmış, işi büyütme kararıyla Londra’ya taşınmıştı. Oxford Caddesi’ndeki yeni adresinde Çin porselenleri, deri objeler, duvar halıları, İtalyan ve Fransız kökenli antika mobilyalar satıyordu. Artık Duveen adı, sadece çömlekle anılan mütevazı bir aile hikayesinden fazlasına dönüşmüştü. İki kardeş, Londra ve New York arasında kurdukları bu hat üzerinden güçlerini birleştirdi. 1879’da, “Duveen Brothers” markası doğmuş oldu. Artık sahnedeydiler, hem de iki kıtada birden.

Emil Fuchs (1866-1929), Sir Joseph Duveen'in Portresi, 1903
Wikimedia Commons
Sahne Lord Duveen’in
1886 yılına geldiğimizde, Joseph Joel 17 yaşındaki oğlu Joseph’i Amerika’ya, işi öğrenmesi için kardeşi Henry’nin yanına gönderdi. Joseph Duveen de aynı babası ve amcası gibi pek parlak bir öğrencilik hayatı geçirmemişti. Brighton College’dan ayrılmış, öyle çok kitap yutarak değil, gözlem yaparak, içgüdüleriyle öğreneceği bir hayata adım atmıştı. Amerika’ya gittiğinde gözünün önüne serilen fırsatlar karşısında ne çekingenlik gösterdi ne de zaman kaybetti. Amcasının dükkanına adım attığı gibi, ayağının tozuyla “Burası fazla küçük,” dedi. New York’un gözbebeği olan 5. Cadde’ye taşınmayı önerdi.
Amcası Henry başta bu fikri fazla iddialı buldu ama Joseph ısrar etti ve de kazandı. Bu genç adamın daha ilk haftadan radikal bir öneriyle ortaya çıkması, aslında hayat boyu sürecek tavrının ilk işaretiydi: “Büyük düşün, daha da büyüğünü hedefle!” Belki doğuştan yetenekliydi belki de ailesinin Delft seramiklerinden taşıp gelen hırsı, onun ruhuna farklı bir yerden işlemişti. Bu ruh onu öyle bir noktaya taşıyacaktı ki ileride Amerika’da koleksiyonculuk anlayışını baştan sona değiştirecek; müşterilerinin daha önce hiç görmedikleri eserleri istemelerini sağlayacak, birçok büyük koleksiyonun kurulmasında rol oynayacak, müzelere eserler kazandıracaktı. Duveen isminin tek bir kişiyle özdeşleşmesi için ailesine para ödemek zorunda bile kalacaktı. Evet, Duveen markasını müşterilerinde kafa karışıklığını önlemek adına aile markası olmaktan çıkarıp, kendi tekeline almak için ailesine mahkemelerde meydan okuyacak, bazılarını susturacak, bazılarını satın alacaktı. Tabii henüz bunların hiçbiri olmamıştı. Henüz o sadece 17 yaşında bir çocuktu ve bir çocuk için fazla vizyonerdi.
New York’taki ilk günlerinde dükkana Whitney ailesinin önde gelen üyelerinden William C. Whitney girdi. Bir duvar halısına gözünü kestiren Whitney, hiç düşünmeden tam 10.000 dolar ödeyip duvar halısını satın aldı. Joseph daha işin başında inanılmaz bir satışa imza atmıştı. İlk müşterilerden biriyle başlayan bu şaşırtıcı başarı, yalnızca amcası Henry Duveen’i değil, çevresindekileri de şaşırtmıştı. Henry, yeğenini hem hayranlıkla hem de ürkek bir merakla izliyordu. Sanki yaklaşan büyük bir fırtınanın huzursuz sessizliği çökmüştü üzerlerine. Bu çocuğun neye dönüşeceğini kimse tam olarak kestiremiyordu ama bir şeyler olacağı kesindi.
Koleksiyonların efendisi: Joseph Duveen’in riskli ve büyük oyunu
Londra’ya döndükten kısa bir süre sonra Joseph, babasının dükkanına uğrayan müşterilerin sadece şömine siperliği, mobilya ya da dekoratif objeler alıp gitmelerine şaşkınlıkla bakıyordu. Ona göre bunlar ‘ıvır zıvır’dı. Aynı müşterilerin başka yerlerden milyonlarca sterlinlik resim ve heykel satın aldığını öğrendikçe deliye dönüyordu. Babası Joseph Joel ve amcası Henry ise bu durumdan gayet memnundu. Resim ve heykel işine bulaşmamalarının sebebi aslında çok netti çünkü bu eserlerin otantikliğini belirlemek neredeyse imkansızdı. Dahası, plastik sanatlar hakkında pek de fikir sahibi oldukları söylenemezdi. Onlar mobilya, porselen, duvar halısı gibi daha ‘güvenli’ alanlarda kalmayı tercih ediyorlardı. Resim işi onlara göre fazla belirsiz ve fazla riskliydi.
Joseph’in de başlangıçta sanat tarihi ya da resim hakkında kayda değer bir bilgisi yoktu ama bu eksikliğin farkındaydı. Daha yolun çok başındayken uzmanlara danışma kararı aldı ve hayatı boyunca da bu yolu izledi. İlk büyük adımını Berlin’deki Kaiser Friedrich Müzesi’nin direktörü, aynı zamanda dünyaca ünlü bir Rembrandt uzmanı olan Dr. Wilhelm von Bode’yi danışmanı olması için ikna ederek attı. Duveen için bu yalnızca bir danışmanlık ilişkisi değil aslında bir strateji hamlesiydi.
Resim dünyasına adım atışı adeta bir fırtına gibiydi. Şirketin paralarını bol keseden harcıyor, neredeyse düşünmeden eser satın alıyordu. 1901 yılında tek bir tabloya 14.050 sterlin ödedi ki bu o güne kadar İngiltere’de bir tabloya ödenen en yüksek miktardı. 1906’da Oskar Hainauer koleksiyonunu tam 2,5 milyon dolara satın aldı. Bu, sadece çıkışının değil, gelecekte şekillenecek imparatorluğunun da habercisiydi.
Joseph’in asıl büyük hamlesi henüz gelmemişti. 1905’te hayatını kaybeden koleksiyoncu ve finansçı Rodolphe Kann’ın koleksiyonuna göz dikmişti. Kann, arkasında olağanüstü bir miras bırakmıştı: Vermeer, Van Dyck, Frans Hals gibi ustaların tabloları, on tane Rembrandt’ın (Aralarında Aristotle with a Bust of Homer [1653] gibi başyapıtlar da vardı) yanında sayısız nadide obje ile mobilya da vardı. Duveen’in dikkatini çeken yalnızca eserlerin değeri değildi. Koleksiyonun bütünlüğü de onu cezbediyordu. Bu yüzden tek tek eser seçmek yerine, tüm koleksiyonu satın alma yoluna gitti. Bu onun için sadece bir alışveriş değil, bir strateji oyunuydu. “Toptan al, parça parça sat” mantığıyla hareket etti. Her ne kadar bazı eserler yıllarca elinde kalsa da zamanla hepsi değer kazandı. Kann koleksiyonunu almak için babasından habersiz bankadan kredi çekti ve tam 5 milyon doları gözden çıkardı. Hatta koleksiyonun en değerli eserlerinden biri olan Rembrandt’ın Aristotle with a Bust of Homer tablosunu üç kez alıp sattı. Şu an bu eser New York’taki Metropolitan Museum of Art’ta sergileniyor.
Bu koleksiyonların satış süreci Duveen’in ölümünden sonra bile devam etti. Bazı eserler onlarca yıl sonra el değiştirdi. Koleksiyonların değerinin kaç katına çıktığıysa hala tam olarak bilinmiyor. Uzmanlara göre ulaşılan servet hayal edilemeyecek kadar büyüktü. Babasının ölümünden sonra Joseph Duveen, artık tamamen New York’a odaklandı. Zaten çoktan Amerikalı koleksiyonerlere eser satmaya başlamıştı ama bu New York’a fiziksel olarak yerleşmesiyle resmiyet kazanacaktı. Amcası Henry Duveen kağıt üzerinde şirketin yöneticisi görünüyordu ancak fiilen kontrol Joseph’teydi.
İsmiyle değil satıcısıyla anılan “Duveen” eserleri
1912 yılında Duveen, dönemin en saygın sanat uzmanlarından Bernard Berenson ile çalışmaya başladı. Berenson, Duveen’in hocası, önemli bir kilit noktasıydı. Sezgilerini ondan almıştı. Berenson halihazırda Isabella Stewart Gardner’ın Rönesans dönemine dair özel danışmanıydı ve ondan alınacak bir onay tabloların değerini katbekat artırabiliyordu. 1906 yılında Berenson’la ilk tanıştığında 37 yaşında olan Duveen; 30 yıl boyunca bu iş birliğini sürdürecekti. Aynı yıl Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesi Avrupa’nın üzerine düşerken Duveen Londra’daki merkezini New York’a taşıdı. 720 Fifth Avenue’de, 56. Cadde köşesindeki yeni mekanında, kısa zaman içerisinde dünyanın en büyük sanat taciri haline gelecekti.
Duveen’in ünü yalnızca pazarlama becerileriyle değil, aynı zamanda rakiplerini alt etme konusundaki acımasız stratejileriyle de pekişti. Kimi zaman başka bir sanat tacirinden eser satın almış olan müşterilerinden biri, tabloyu incelemesi için Duveen’i çağırdığında hiç çekinmeden “Taze boya kokusu alıyorum.” diyebilirdi. Eserin gerçekliği bir yana Duveen’in görüşü bir hakikate dönüşür, piyasanın nabzını belirlerdi.
Amerikalı müşterilerinin psikolojisini çok iyi analiz ediyordu. Ona göre, Amerikalılar gösterişi severdi. Rafine bir zevkten çok, onları ‘iyi hissettirecek’ şeylerin peşindeydiler. Kültürle kurdukları ilişki ise Avrupalıların aksine henüz olgunlaşmamıştı fakat ceplerinde çokça para vardı ve bu servetin yönlendirilmesi gerekiyordu, artık nereye yatıracaklarını bilemez hale gelmişlerdi. İşte Duveen, bu boşluğu gördü. Müşterilerini ikna ederken sıkça şu argümanı kullanırdı: “Bir evin aksine, bir tablo sürekli bakım gerektirmez. 15 yılda bir bakım yaptırmanız yeterli olur. Karşılığında zahmet çekmeden, yalnızca size ait olabilecek bir şey alırsınız. Her tablo tektir ve asla bir benzeri olamaz.”
Yalnızca tek tek eser satın almak değil, bir koleksiyon oluşturma fikrini de Amerikalı zenginlerin zihinlerine yerleştirdi. Koleksiyon, onlara bir tür ölümsüzlük vadediyordu. Resme değil bu fikre yatırım yapmalarını sağladı. İlerleyen yıllarda Andrew Mellon, Henry Clay Frick, Samuel H. Kress, John D. Rockefeller gibi isimler dünyanın en büyük özel sanat koleksiyonlarını oluşturdular ve hepsi bir bakıma Duveen’in öğrencisiydi.
Duveen’in sattığı eserlerin değerini korumak konusunda da kendine has yöntemleri vardı. Müşterilerinden biri bir tabloyu elinden çıkarmak isterse, onu bizzat yeniden satmayı teklif eder ya da başka bir koleksiyonerine yönlendirirdi. Eserin piyasada dolaşmasını önlemek için açık artırmalarda kendi müşterilerini devreye sokar; bir koleksiyonun toplam değerinin düşmesini engellerdi. Müşterileri çok iyi bilirdi ki Duveen hayatta olduğu sürece bir “Duveen eseri” asla değer kaybetmezdi.
Satış stratejilerinin ötesinde, katalog hazırlamaya gösterdiği özen onun vizyonunu ortaya koyuyordu. Her tablo, yalnızca bir sanat eseri değil, aynı zamanda bir tarih anlatısıydı. Ressamın kariyeri, eserin sergilendiği müzeler, önceki sahipleri hatta hangi aristokratın duvarında yıllarca asılı kaldığı... Tüm bu bilgiler, kişiye özel hazırlanmış kataloglarda toplanırdı. Bu belgeler, Amerikalı koleksiyonerler için Avrupa soyluluğuna açılan bir pencere gibiydi. Artık yalnızca bir tablo değil, bir kimlik satın alıyorlardı. Duveen’in elinden çıkmış her tabloya “Bir Duveen eseri” denmesi de bundandı. Eser, sanatçısını aşan bir statü kazanıyordu.
Sanat tüccarlığının sınırlarını aşan Duveen’in katı prensipleri vardı. “Sadece 300.000 dolar eden bir tabloyu satın alamam!” demişti bir keresinde. 1800’lerden sonra yapılmış eserlerle ilgilenmezdi çünkü ona göre bunlar hala günceldi; henüz zamanın testinden geçmemişti. Oysa Duveen nadir olanın, artık üretilemeyenin peşindeydi. Zaten Duveen’in koleksiyoncusu, ‘öğrencisi’ olmaya hak kazanan herkes zamanla şunu öğrenirdi: “Bir Duveen eserinin eşi benzeri yoktur.”
Müşterilerinin zevkini kendi zevkine göre şekillendirir, tek bir döneme veya stile odaklanmalarını sağlardı. Onları adım adım eğitir, kendi dünyasına çekmeyi başarırdı. Kimilerine göre müthiş bir satıcı, kimilerine göre bir manipülasyon ustasıydı. Deposundaki tablolara devasa yatırımlar yapmaktan çekinmezdi. Yıllarca satılmasalar bile bekletir, ‘zamanı var’ derdi. Şirketini böyle bir yükle nasıl döndürdüğü hala bir muammadır. Hatta bir ara rakiplerinden biri olan Knodler Gallery’e, Duveen’in deposunu satması teklif edilmişti. Duyunca çocuksu bir kıskançlıkla reddetti. “Neden başkası satsın benim Duveen’lerimi?” diyecek kadar sahipleniciydi.
Her yıl bahar aylarında Amerika’dan ayrılıp Avrupa’da yeni eserler aramaya koyuluyordu. Muhasebecisi onu ne kadar uyarsa da o, mali güvencesini gelecekte değer kazanacağına inandığı sanat eserlerine yaptığı yatırımlarla sağlıyordu. Kimileri onun risk almayı sevdiğini düşünse de Duveen'in kendi mali geleceğine dair en ufak bir şüphesi yoktu.
Hakkında türlü efsaneler anlatılmakta. Rakiplerine göz açtırmaz, koleksiyonerlere ise zaman zaman şu sözlerle seslenirdi: “Bu tabloyu satın almanızın tek nedeni, onu benim önermiş olmamdır.” Hatta daha da ileri gidip, “Sizin adınız bile bir Duveen eserini almaya yetmez,” diyebilecek kadar kendinden emindi. “Bu tablo hiçbir fiyata satılamaz,” gibi söylemleriyle eserlerini erişilmez kılardı ki çoğu zaman gerçekten de öyleydiler. Bazıları onun bu tavrını kibirli bulur bazılarıysa büyüleyici bir cazibeye sahip olduğunu düşünürdü. Her iki taraf da Duveen’in yalnızca sanat eseri değil, statü, kimlik ve ölümsüzlük sattığını inkar edemezdi.
Şimdi sahne kapanıyor: Lord Duveen’den geriye kalan
18. ve 19. yüzyılın en görkemli sanat yapıtlarını Amerika’ya taşıması kimilerine göre bir talan niteliğindedir. Bir diğer bakışla, Lord Duveen Amerikan sanat dünyasının temel taşlarını yerli yerine koymuştur. Onun getirdiği eserlerle Amerikan müzeleri dünyanın en güçlü kültürel kurumlarına dönüşmüştür. Washington’daki National Gallery of Art’tan Metropolitan Museum’a dek birçok prestijli müze, koleksiyonlarının kalbini Duveen’e borçludur. Kimi sanat tarihçilerine göre, İtalya dışında en çok İtalyan resmi Amerika’dadır ve bu bizzat Duveen’in eseridir.
Sanatı, ölümsüzlüğe giden bir yol gibi pazarlaması; müşterilerinin sanatla birlikte yaşamı da kutsamasını istercesine onları yüreklendirmesi, bu tutkusunun yalnızca müşterilerine değil, kendisine de dönük oluşu çarpıcıdır. Hayatı boyunca aynı tutkuyla çalışmıştır. Paris’teyken bile New York ve Londra’daki galerilerinden raporlar istemeye devam etmiştir. Onun için sanat yalnızca ticaret değil, bir düzendi ve bu düzen asla bozulmamalıydı. Hayatının son beş yılını ağır bir hastalıkla bakıma muhtaç geçirse de işine duyduğu tutku ve titizlik hiç azalmadı.
Unutulmamalı ki Morgan, Altman, Frick gibi müşterileri birer birer bu dünyadan ayrıldığında, Duveen’in inşa ettiği sanat sistemi hala ayakta duruyordu. Duveen, siyasetle ya da ekonomik dalgalanmalarla ilgilenmezdi. Onun alanı ihtişamdı. Sanatın gösterişli tarafını yücelttiği gibi, koleksiyonculuğu da büyük ailelere bir yaşam biçimi olarak benimsetti. Onlara yalnızca ne alacaklarını değil, nasıl yaşayacaklarını da anlattı. Bu bilinç nasıl ve hangi güdüyle aşılandı tam olarak bilinmez. Karakterindeki çelişkiler ve etik sınırları zorlayan yöntemleri zaman zaman tartışılsa da sonuçta dünyanın en zengin iş insanlarında sanatın bir saplantıya dönüşmesini sağladı. Bugün Henry Clay Frick’ten Joseph Widener’a dek pek çok koleksiyonerin eserlerini müzelere bağışlamış olmasında Duveen’in etkisi yadsınamaz.
1919’da ‘Sir’, 1927’de ‘Baronet’, 1933’te ise ‘Baron’ unvanlarını alırken, yalnızca İngiliz aristokrasisine değil, sanat tarihine de kendi adını yazdırıyordu. British Museum’a Elgin mermerleri için bir kanat inşa ettirmesi, National Gallery ve Tate’e yaptığı bağışlar, onun yalnızca bir sanat simsarı değil, aynı zamanda bir kültür mimarı olduğunu kanıtlıyordu.
Lord Duveen 1939’un Mayıs ayında, 69 yaşında Londra’daki çok sevdiği Claridge’s Hotel’in süitinde hayata veda etti. Bugün onun adı yalnızca sanat tarihinde değil, dünyanın en büyük koleksiyonlarının ruhunda yaşamaya devam ediyor. Lord Duveen, yaşadığı dönemin estetik algısının değişmesinde çok etkili bir figür ve sanatın en ikna edici anlatıcılarından biri olma vasfıyla, tarihteki haklı yerini almıştır.