Uluslararası Müzeler Konseyi’nin (ICOM) Uluslararası Tarih ve Arkeoloji Müzeleri Komitesi’nde (ICMAH) bir dönem sekreterlik, iki dönemdir de başkanlık yapan; Türkiye’nin öncü müzeolog ve tasarımcılarından Burçak Madran’la kültürel miras, temsil politikaları ve müzecilik anlayışları üzerine yaptığımız bu düşündüren söyleşide, Madran’ın eleştirel bakışıyla müzenin değişen sınırlarını ve güncel çelişkilerini tartıştık.
Küresel müzecilik topluluğunun önemli bir öznesi olan Madran’la, Batı merkezli müze anlayışının kültürel coğrafyamıza nasıl yansıdığını sorgularken, onun müze anlatılarına ve sergileme pratiklerine dair geliştirdiği kuramsal derinliği de keşfediyoruz. Yanıtlarıyla açtığı eleştirel patikalar üzerinden, günümüz müze fikrinin dinamik sınırları ve dijital teknolojilerin tetiklediği çelişkiler üzerine yeniden düşünmeye başlıyoruz. Burçak Madran’la kültürel miras, kolektif bellek ve müzelerde temsil politikalarını konuştuk.

Müzecilik pratiklerimiz Osmanlı döneminden beri Avrupa’yı referans olarak kabul ediyor. Bu alanda söz sahibi uluslararası kuruluşların ve miras sözleşmelerinin de tarafıyız. Avrupa merkezli diyebileceğimiz katılımcı, çoksesli ve kapsayıcı yeni müzecilik anlayışlarının günümüz Türkiye’sinde benimsendiğini söyleyebilir misiniz?
Yeni müzecilik anlayışı kavramının çok göreceli olduğunu düşünüyorum. Bundan en az 20 yıl önce de “yeni müzecilik” dediğimiz pratiklerin ne kadar hızlı evrildiğini, dönüştüğünü izleme fırsatım olduğu için bu tür nitelemelerden kaçınır oldum. Müzelerin işlevleri ve işlerliği konusunda Türkiye yeterince gelişkin ve günceli yakalıyor. Çokseslilik ve kapsayıcılık konuları ise müzelerin son dönemlerde gündeminde olan konulardan yalnızca bir kesit. Teoride çok kapsamlı yöntemler, deneyimler tanımlayan kapsayıcılık, çokseslilik, toplumsal katılım, eşitlik, paylaşım gibi kavramların pratikte çok yaygın uygulanabildiğini düşünmüyorum. Kuşkusuz bunu gerçekleştiren ve örnek teşkil eden müzeler var. Bunlar çoğunlukla Kuzey Avrupa ülkelerinde yaygın olarak benimsenen müzecilik yaklaşımları. Güney Avrupa’ya indikçe etkisi azalıyor gibi geliyor bana. Köklü, koleksiyona dayalı bir yapıları olan müzeler, temel işlevlerinin yanında yeni kavramları iletişim ve etkinliklerde kullanıyorlar ama müzenin esas işleyişi bu doğrultuda değişmiyor. Örneğin sömürgecilikten arındırma, uzun yıllardır gündemde olan konulardan biri. Avrupa’daki tarih, doğa tarihi, etnografya, yerel sanatlar, zanaatlar müzelerin hep odağında. Başka kıtalardan keşifler, ticari ve diplomatik ilişkiler, sömürgeleştirme suretleriyle getirilmiş, farklı uygarlıklara ait kültür nesnelerinin oluşturduğu koleksiyonlar çok tartışıldı, tartışılmaya devam ediyor. Koleksiyonların bazılarının geri verilmesi, yeniden yapılandırılmaları, kökenlerinin onurlandırılması gibi farklı yöntemlerle meşrulaştırılırken, geçmişle hesaplaşmanın da sembolü oluyorlar. Türkiye’de pek gündeme gelmeyen, geldiğinde de Anadolu topraklarından götürülen eserlerin geri getirilmesi üzerine odaklı bir konu bu. Günün birinde Lübnan, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nden Sayda Lahitleri’ni istediğinde ülkemizde gerçek gündem ve tartışma ortamı oluşabilir. Çokseslilik de nedense bana hep çokdilliliği de çağrıştırıyor. Çok da yanlış bir yorum değil. Çokseslilik toplumun her kesiminin varlığının müze içinde “kabulü” anlamına geliyor. Kültürel, dinî, siyasi söylemlerin, farklılığın “dilleri”nin müzenin kapsamına dahil edilmesi ve orantılı şekilde var olması, Türkiye’de yalnızca müzeler bağlamında değil, tüm kamusal alanlarda bayağı ütopik duruyor. Kapsayıcılık konusuna gelince; neyi kapsayacağımıza bağlı! Bence müzelerin hepsi kapsayıcı olmak zorunda değil. Özelleşmiş konularıyla, koleksiyonlarıyla son derece öznel, kendi halinde bir değer olarak tanımlı kitlelere hitap edebilirler. Nitekim Avrupa’daki müzelerinin gölgesinde kalan binlerce mütevazı müze, insan kültürünün, yaşadığı çevrenin gerçek ve sade yüzünü gösterirler.

Fotografiska Berlin, Hip Hop: Conscious, Unconscious sergisinden
Miras yönetiminde rol alan farklı özneler ―kamu kurumları, üniversiteler, yerel yönetimler ve vakıflar― arasında anlamlı bir diyalog kurulabiliyor mu? Özellikle kültürel çeşitlilik bağlamında, farklı kimlik ve aidiyetlerin mirasla kurduğu ilişki müzelerde yeterince görünür hale geliyor mu?
Bu soruya çok doğrudan bir yanıt vermek ve çekilmek istiyorum: Hayır. Neden hayır? Çünkü Türkiye’de “biz” yerine “ben” tercih edilir. Geçmişten gelen miras üzerine çalışan kurum ve kuruluşlar, kendi varlıklarını görünür kılmak üzerine anlatımlarını şekillendiriyorlar. Eşit paydaşlar olarak aksiyon almak sınırlı kapsayıcılığı olan projeler dışında yaygın görülen bir pratik değil. Ortak yapılan girişimlerde de hep hiyerarşik bir ortam vardır. Bir bakanlık, bir üst yönetim, bir kamu idaresi varken özelin, yerelin, bağımsızın bırakın diyalog kurmasına olanak sağlamak zordur. Ayrıca Türkiye’de bir kültür yöneticisi terörü vardır. Kurumu idare eden kişinin ya da kişilerin istediği olur, onların tercihleri doğrultusunda iş yapılır, sorgulanamaz, itiraz edilemez! Sorunun ikinci bölümünün üzerine de aslında durakaldım. Farklı kimlik ve aidiyetlere ait anlatımların, koleksiyonların, gösterimlerin bulunduğu bir müze örneği verebilmek için; aklıma çok az kuruluş geldi. Yani ‘Bir etnografya müzesi Ermenilerin, Kürtlerin, Rumların, Çerkeslerin, Alevi kültürlerin, Hıristiyan kültürlerin, Musevi kültürlerin eserlerini görünür kılıyor mu?’ diye düşündüm. Birkaç tane göç müzesi var; özellikle Balkan göçlerini anlatan… Cemaatlerin kendi müzelerinden tek sayabildiğim, 100. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi. Diyarbakır Kent Müzesi’ni yapmıştık bir zamanlar, kentte yaşamış tüm kültürlere ve kimliklere yer verdiğimiz, ama uzun ömürlü olamadı. Bu ikinci soru işareti daha Türkiye’de gündem değil diyebiliriz.
Bir müzenin sergilerini tasarlarken, anlatı, ziyaretçi deneyimi, mekân potansiyeli ve sergileme biçimleri birbirini nasıl etkiliyor?
Öncelik bunlardan hiçbiri değil benim için. Ben önce koleksiyona bakarım. Yani elimizde gösterilecek ne var? Sergi bir görsel iletişim dilidir. Anlatı nesneyi, nesneler bütününü takip eder; görüleni dillendirir. Anlatı, küratörün nesneyi nasıl yorumladığıdır. Bu yorumdan da serginin kurgusu ortaya çıkar. Bu küratöryel aşamadan sonra mekânsal potansiyele, sergileme için en uygun alanlara bakmak daha doğru. Ziyaretçi deneyimi bu aşamada devreye giriyor. Biz bu konuyu, bu malzemelerle farklı kişi profillerine en iyi nasıl anlatırız? İşte sergi tasarımının esası da böyle şekilleniyor. Bunun için hep farklı ziyaretçi algılarına olanak sağlayacak katmanlı müzeler tasarlıyoruz. Yine de şunu belirtmek isterim: Bence hiçbir müze objektif değildir. Her müzede küratör bize neyi nasıl göstermek istiyorsa biz onu öyle görürüz. Tam ifade edilip tanımlanmamış, bizim yorumumuza ve algımıza kaldığını düşündüğümüz sergi gösterimleri bile aslında son derece kurgulanmış yapıdadırlar. Biz farkında olsak da olmasak da o kurguyu yapanların gözünden izleriz.

Dubai Expo "Mobility Pavilion" - Hareketlilik Pavyonu, hareket ve iletişim sergisi
Burçak Madran, Kasım 2024
Ziyaret deneyiminin dijitalleşmesiyle birlikte ziyaretçilerin maruz kaldığı yoğun bir görsel bombardıman var. Sizce müze anlatısının derinliğini koruyabilmek için dijital teknolojiler nasıl kullanılmalı?
“Çağdaş müzecilikte…” böyle demek istedim çünkü 2000’li yılların başlarında Türkiye’de bu terminoloji çok yaygındı; müzelerde canlandırmalar, yerleştirmeler gibi sergilemeye yardımcı unsurlar yaygınlaşırken, dünyada da söylenen “Disneyland’leştirme” terimi, biraz da bu tür uygulamaları küçük gören bir biçimde kullanılıyordu. Doğrusu ben de kullandım, hâlâ da o silikon heykellerle donatılmış müzeler için benzer şekilde düşünüyorum. Diyeceğim odur ki; 2000’li yılların bu sergileme yöntemleri, günümüzde yerini dijital unsurlarla bıraktı. Gereklilik ve fayda odaklı olarak kullanılması kuşkusuz müzenin sergilerine anlam katacaktır. Lakin “yapmış olmak için yapmak” gerek ülkemizde gerekse yurtdışında son derece yaygın bir hale geldi maalesef. Geçtiğimiz kasım ayında ICMAH Konferansı için Seul’deydik. Koreli meslektaşlarımızla müzeleri gezerken her müzede bir ‘mekânsal dijital yerleştirme alanı’ görünce nedenini sordum. Bizi misafir eden Baekje Müzesi’nin müdürü: “Biz tasvip etmiyoruz ama ziyaretçiler mutlaka dijital bir mekânın içine girmek istiyorlar, buna sahip olmayan müze eski kafalı, klasik bir müze gibi algılanıyor, popüler olamıyor,” diye yanıtladı. Yani müze olarak trend olamıyor! İnanılmaz derinlikte bir kültürel mirasa sahip olmanın müzecilik için artık yetmediği bir dünyaya alışmamız gerekiyor sanırım. Yine de ben bu “trend”in doyuma ulaşacağını, yakın dönemlerde kullanılan kiosklar, silikon heykeller, gerçeğin karikatüründen öteye geçemeyen “realistik” canlandırmalar ve her müzenin girişinde mutlaka istenen belgesel tadında müze tanıtımı izleme odalarının yavaş yavaş tarihe karışacağını umuyorum. Bu arada bilimsel temellerle çalışılmış, bilgiyi doğru ve etkin bir biçimde vermeye odaklı, ziyaretçiye müzenin konusu hakkında deneyim kazandıran çok iyi tasarlanmış dijital uygulamalar, arttırılmış gerçeklik, sanal gerçeklik gibi uygulamalarla çağ değiştirebildiğimiz örnekler de gördüm ve destekliyorum.