Pierre Bourdieu ile Alain Darbel, Türkçeye Sanat Sevdası: Avrupa Sanat Müzeleri ve Ziyaretçi Kitlesi olarak çevrilen kitaplarını (çev. Sertaç Canbolat, Metis Yayınları, 2011) Hollandalı müze yöneticisi F. Schmidt-Degener’den yaptıkları şu alıntıyla açarlar: “Bırakın sanat eserleri doğal anlatımlarını kullansın, büyük çoğunluk anlayacak; bu yöntem bütün kılavuzlardan, konferanslardan ve söylevlerden daha etkili olacaktır.” Müzeler, evrensel ortak ilkeler kadar ülkelerin kültür politikaları doğrultusunda da şekillenen, toplumların farkındalığını artırmak gibi bir amaca sahiptir. Bu amaç temel müzecilik anlayışına “eğitim” başlığıyla dahil olur. Öte yandan müzelerin kamusal eğitimdeki rolü genellikle müzecilik gündeminde ilk sırayı almaz; çünkü Schmidt-Degener’in sözlerinden de anlaşılacağı gibi, sergileme esaslı klasik müzecilik anlayışında “eğitim”, eserin izlenmesiyle sınırlı tutulmuştur çoğu zaman. Oysa “müze eğitimi”, müzenin çok önemli ve temel işlevlerinden biri. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, müzelerin rollerinin ve amaçlarının nasıl olması gerektiğinin değişen dünyanın ihtiyaçlarına uygunolarak yeniden tartışıldığı ve konuya dair ortak bir tanımda uzlaşmanın henüz pek de mümkün görünmediği bir dönemde, müzelerin sahip olması gereken en önemli işlevlerinden birinin kamusal eğitime dair olması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü müze, bu yazı dizisi boyunca bahsettiğimiz gibi, sadece geçmişi sergileyen, tarihi anlatan birer fanus olmaktan çok daha fazlası; müzeler tarihi bizimle birlikte yazan, değişen topluma cevap veren ve hatta bu değişimde topluma öncülük eden kurumlar olarak görülmeli.
Kamu yararı ve müzeler
Modern müzeler, kuruluşları itibarıyla zaten kamunun hizmetine adanmıştır. Müzelerin kamu yararına çalışması, toplumun her kesimine kapsayıcı bir şekilde hizmet etmeleri ve kamu eğitimi sağlamaları anlamına gelir. Modern müzeciliğin başından günümüze bu yönde geliştirilen politikalar, günümüz müzelerini erken örneklerden epey farklı bir noktaya taşıdı. Artık müzeler, baskın sorunların kamuoyu tarafından anlaşılmasında kültürel aracılar olarak işbirlikçi çabalar gösterebiliyor. Bu çabalar ise sadece iletişim veya kültürel ve tarihsel konularda bilgilendirme yapmakla sınırlı değil; dolayısıyla küresel ve yerel ölçekte topluluklar ve sosyal hareketlerle bağlantılı çalışma gereği, müzelerin daha geniş bir “halk eğitimi” projesine katılımını sağlıyor. Söz konusu hedefe ulaşmak için müzelerin, ziyaretçileri iletişim ve diyalog yoluyla etkileşime geçirmesi ve onları katılımcı bir sürece dahil etmesi elzem. Yani “müze eğitimi”, öğreten-öğrenen ikiliğine dayalı, taraflarını hiyerarşik olarak konumlandıran didaktik yöntemlerle olmak zorunda değil; aksine hiyerarşiyi reddeden, toplumu katılımcı kılan yatay ilişki biçimleri kurularak eğitim planlamaları yapılması gerekiyor. Ancak böyle bir anlayışla müzeler, halkı önemli konular etrafındaki eylemlere ve tartışmalara katılabilmeleri için gerekli bilgi ve epistemolojilerle donatabilen kurumlar haline gelebilir.
Konuyla ilgili araştırmacıların da dikkat çektiği gibi, halkın katılımı bilim ve toplum arasındaki ilişkide daha iyi sonuçlar elde etmeye yardımcı olur; bu nedenle, bilim merkezleri ve müzeler, katılımcı demokrasiyi destekleyen yerler olarak hareket ederler (F. Cameron ve A. Deslandes, “Museums and science centres as sites for deliberative democracy on climate change”, Museum and Society, Cilt 9, Sayı 2, 2021). Ayrıca, müzeler yalnızca tartışma forumları olarak işlev göstermekle kalmaz, aynı zamanda halkın fikirlerini, görüşlerini, isteklerini ve korkularını geniş bir paydaş ağına iletebilen aracılar olarak da rol oynarlar. Bu anlamda günümüzde müzeler, toplumun içinde kendine yer edinememiş kesimlerin topluma nasıl entegre edilebileceğine dair birleştirici bir rol de üstlenebiliyor.
Eğitimin stratejisi
Müzecilikte “eğitim” başlığıyla tanımlanan temel işlev, günümüzde pek çok müzenin iş tanımları arasında genellikle müzenin değerler sistemiyle uyumlu bir öğrenme stratejisi oluşturmayı, özellikle de belirli sergiler ve temalar etrafında konuşma, etkinlik ve atölye programları geliştirmeyi içeriyor. Bu çalışmaları, katılımcılar için salt bilgilendirici etkinlikler olarak görmemek gerek. Örneğin önceki yazımızda Tate Liverpool Müzesi’nin çok kültürlü eğitim çalışmalarından bahsetmiştik. Tate, hâlâ toplumsal seçkinci bir kurum olan ve “kültürlü sınıflar”a özgü olduğu düşünülen müzenin kapısından içeri dahi girmeye cesaret edemeyecek, o mekâna kabul edilmeyecekleri çekincesine sahip göçmen ve mültecileri müzeye getirmeye yarayan uygulamalara imza atıyor. Eğitim başlığı altındaki etkinlikler toplumun bu kesimi için artık farklı bir anlam kazanıyor, müze onlar için daha güvenli bir alan haline geliyor.
Tate Liverpool’un neden özellikle göçmenlere yönelik bu tür uzun vadeli bir eğitim çalışması yaptığını sorusunun cevabı, “müze eğitimi”nden anlamamız gerekenin değişken olduğu ve toplumların yenilenen ihtiyaçlarına her daim yanıt verebilmesi gerektiğinde gizli. Bir müzenin eğitim anlayışı toplumsal eşitsizlikleri ve politik kültürel gelişmeleri yansıtacak şekilde tasarlanmalı; zira Tate Liverpool’un yaptığı da tam olarak bu. Müze, dünya genelinde ve İngiltere’de süregelen ırkçılığa son verilmesini talep eden protestolara karşılık veriyor ve müzelerdeki eğitimi, duvarlarının dışındaki dünyanın gerçekliğini düşünerek tasarlıyor. Benzer şekilde, Los Angeles County Museum of Art (LACMA) da ırkçılık karşıtı kaynakları geliştirerek insanların kendilerini eğitmek için eleştirel bir çalışma yapabilmesi adına çok önemli bir adım attı. Birkaç sanat ve toplum grubuylaişbirliği yaparak, “Racism Is a PublicHealthIssue” (Irkçılık Bir Halk Sağlığı Sorunudur) adlı bir çalıştay başlattı. Bu eğitimlerle ırkçılığın yaşayan herkes için zararlı kronik fiziksel ve duygusal koşullar yarattığı anlatılmaya çalışıldı. Özellikle İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde, müzelerin elitist ve sömürgeci kökenlerinden kurtulup hem kendilerini dönüştürmeleri hem de toplumda dönüştürücü bir rol üstlenebilmeleri için bu tür eğitim programlarını hayata geçirmeleri önemli. Böylesi programlar Türkiye’de neden olmasın?
Kamuoyunda Black Lives Matter ve mültecilik/göç politikaları gibi tartışmalı konuların müze sergilerine dahil edilmesi ve sergi ekseninde katılımcı eğitim programlarının düzenlenmesi, müzelerin geleneksel pedagojik hedeflerini de değiştiriyor. Özellikle Batı’daki geleneksel zihin, müzelerin kültürel konularda tarafsız ve dengeli bir bakış açısı sunması beklentisi içinde; ancak bu beklenti, kültür kurumlarını apolitik bir çizgiye çekme niyetini de arkasında taşıyor. Öte yandan hiçbir şey politikanın dışında değil; müzecilik de. Dünya gündemindeki yakıcı konuların müzecilik politikalarına dahil edilmesi, genellikle ziyaretçilerin düşünmesini ve toplumsal değişimi teşvik etmeyi amaçlıyor.
Karbon ayak izleri
Bir örnek olarak, sanatçı Ólafur Elíasson’un Biyoloji Profesörü Minik Rosing’le birlikte önce 2014’te Kopenhag’da, ardından 2015’te Paris’te ve 2018’de Londra’da gerçekleştirdikleri “Ice Watch” (Buz Nöbeti) çalışmasını gösterebiliriz. Çalışmanın Kopenhag’daki ilk versiyonu, BM IPCC’nin (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) İklim Değişikliği Beşinci Değerlendirme Raporu’nun yayımlanması nedeniyle Grönland’da buz tabakasından kopan 12 buz bloğunun belediye binasının önüne getirilmesinden oluşuyordu. Çalışma ikinci kez Paris’teki BM İklim Konferansı vesilesiyle 3-13 Aralık 2015 tarihleri arasında PlaceduPanthéon’un önünde tekrarlandı. “Ice Watch”un üçüncü versiyonu ise 11 Aralık 2018-2 Ocak 2019 tarihleri arasında Londra’da Bloomberg’in Avrupa merkezinin dışında ve Tate Modern’in önünde olmak üzere iki yerde gerçekleştirildi. Bu üç yerleştirmede de Kopenhaglılar, Parisliler ve Londralılar buz bloklarına dokundular, sarıldılar, hatta onları minnetle öptüler; fakat kimse o buzların erimesini engelleyemediği gibi her temas erimelerini daha da hızlandırdı. Bu şehirlerde sokakta buzlarla karşılaşan insanlar iklim kriziyle Kutuplardaki ısınmanın ve dünyanın ekolojik dengesinin yitirilmesinin hızına şahit oldular. Ancak buradaki paradoks, toplumun karbon ayak izini eleştirmeyi amaçlayan bu çalışmanın üretimindeki karbon ayak izine dair. Dolayısıyla ekosistemin yok oluşuna yol açan kapitalist politikaları eleştirmeyi amaçlayan çalışmanın aslında bir yönüyle de iklim tahribatına dahil olup olmadığı sorusunu sormak gerek. Sanatçı kendisi de Londra merkezli bir STK olan Julie’sBicycle’la birlikte bunu düşünerek çalışmanın üretimiyle ilgili bir karbon ayak izi raporu bile hazırlamış (F. Van Niel, “Ice Art Ethics: On Olafur Eliasson’s Ice Watch” Ung Uro, 2021).
Müzelerin de zaman zaman etik tartışmalara yol açan çalışmalara yer vermesi bir yanıyla etkileşimsel pedagojiyi vurgular. Yani müzedeki bir sergilemede hem kişi (izleyici) hem de karşılaşılan şey (müzede sergilenen) dönüşüme uğrar.Etkileşimsel müze pedagojisi, nesnelerin ve müze sergilerinin kendiliğinden anlamlı veya değerli olmadığını, ancak gerçek değerin ziyaretçilerin onlarla nasıl etkileşimde bulunduklarıyla ortaya çıktığını işaret eder. Eliasson’un “Ice Watch” çalışması, özellikle de diğer versiyonlarından farklı olarak bir iklim krizi toplantısı vb. neden gözetmeksizin Tate Modern’in önünde gerçekleştirileni de böyle değerlendirilebilir. Bu durum, bir kez daha müzelerin salt bilgi sunan kurumlar olmaktan öte, toplumsal farkındalığı artıran ve değişime katkı sağlayan-sağlayabilen önemli aracılar olduğunu işaret ediyor. Tam da bu nedenle birçok çevre aktivisti deformasyon veya işgal gibi yöntemleri deneyerek müzeleri bir direniş alanı olarak kullanmıyor mu zaten?