Çokça tekrarlanan bir anlatıya göre, Halikarnas Balıkçısı olarak tanıdığımız şair ve yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı, Kraliçe Elizabeth’e bir mektup yazarak Bodrum’dan kaçırılan Halikarnas Mozolesi’nin yani Mausoleum’un iadesini talep eder. Çünkü Antikçağ’ın yedi harikasından biri olan ve Artemisia’nın ölen kocası Karya Kralı Mausolos için yaptırdığı bu anıt mezara ait kalıntılar 19. yüzyılda İngilizler tarafından kazılmış, Praksiteles’in adının da geçtiği dönemin en önemli heykel ustalarının elinden çıkan kabartmaları British Museum’a götürülmüştür. Yazarın şöyle söylediği kaydedilir: “Mausoleum’un güzelliği ve yeri, Bodrum’un mavi göğü ve parlayan ışıkları altındadır. British Museum’ın karanlık salonlarına yakışmamakta, bu nedenle geri getirilmeli, yerine konulmalıdır.” Kraliçenin bu talebi müzeye iletmesi üzerine birkaç ay sonra British Museum’dan gelen yanıt ise pek şaşırtmaz: “...evet, hakikaten böyle bir sanat şaheserinin masmavi bir gök ve ışık altında daha da kıymet kazanacağı kararını verdik. Bu nedenle Mausoleum’un bulunduğu salonun duvarlarını maviye boyatıyor ve ilave projektörlerle aydınlatıyoruz.”
Müzecilik bağlamında sömürgeci politikalar yıllardır tartışılıyor. Ancak tartışmaların yakın zamanda alevlenerek kitleselleşmesi, önce ABD’deki George Floyd’un polis şiddeti neticesinde ölmesiyle başlayan #BlackLivesMatter hareketiyle oldu. Böylece Batı’daki kurumsal ırkçılık tartışmaları sokağa taşarak neticede kolonyal kültür politikaları ve ona göre şekillenen müzelerin sorgulanmasına kadar ulaştı. Örneğin İngiltere’deki Geffrye Müzesi’nin önündeki köle tüccarı Robert Geffrye’nin heykeli “Stand up to racism” (Irkçılığa karşı dur) sloganıyla süren protestolar sonucu kaldırıldı, müzenin adı değiştirildi. 2023 yılı Ağustos ayında British Museum’ın depolardaki çok sayıda tarihî eserin çalındığını, kaybolduğunu veya zarar gördüğünü açıklaması ise kültür-sanat dünyası içinde büyük bir infial yaratırken müzeler bağlamında kolonyal politikaların yeniden şiddetle eleştirilmesine yol açtı. Eserlerin alışveriş sitesi e-Bay’de satıldığının fark edilmesi ve İngiliz medyasının bunun yıllardır sürdüğünü iddia etmesi, o eserlerin koparılıp götürüldüğü topraklarda konuyu daha da can yakıcı bir noktaya taşıdı. Biz de meseleyi farklı boyutlarıyla ele alarak müze ve kültürel miras politikalarına dair eleştirel bakışı çoğaltmayı, bulunduğumuz noktadan bir katkı yapmayı istiyoruz. Çünkü Dan Hicks’in 2020’de yayımlanan ve çokça ses getiren, bir kelime oyunuyla The Brutish Museums olarak adlandırdığı kitabında olduğu gibi, sömürgeci mantıkla kurulan kolonyal şiddetin sürdüğünü iddia ediyoruz.
Müzedeki simülasyon
Halikarnas Mozolesi’nin kalıntıları, tıpkı Nereidler Anıtı ve başka pek çok Anadolu eseri gibi British Museum’da veya Avrupa ve ABD’deki diğer müzelerin koleksiyonlarında yer alıyor. Tarihsel anıtlar aynı zamanda tarihsel belgelerdir ve belgesiz kalmak, belleksiz kalmaktır. Derslerde, Bergama’nın koca Zeus Altarı’nın Berlin’e parça parça taşındığını ve müzeye adını verdiğini (Pergamon museum/Bergama Müzesi) anlatınca öğrencilerimiz hâlâ büyük şaşkınlık yaşıyorlar. Müzenin internet sitesi bugünlerde, sanatçı Yadegar Asisi’nin ürettiği 306 derecelik bir Antik Bergama akropolü panoramasıyla açılıyor. Uzun yıllar süren arkeolojik çalışmalar neticesinde oluşturulan bu manzara, kentin antik haliyle canlandırılması esasına dayanıyor. Çalışmayla ilgili bilgi verilirken Bergama kenti de Antik Yunan ve Roma geçmişiyle kısaca tanıtılmış; fakat modern Türkiye topraklarında olduğundan hiç söz edilmemiş. Müzedeki altarın kabartmalarının böylesi gerçekçi bir panoramik manzarayla sunulmasının “ziyaretçilerin kendilerini zamanda geri gitmiş ve antik kentteki yaşama katılmış gibi hissetmelerini sağlayacağı” söyleniyor. Ancak insan düşünmeden edemiyor; altar olması gerektiği gibi yerinde kalsaydı izleyiciler o manzarayı zaten içine girerek görecek, deneyimleyeceklerdi. Tıpkı British Museum’un Mozole’yi mavi duvarlı salonda sergileyeceğini söylemesi gibi, Avrupa müzelerinde yer alan kadim Doğu uygarlıklarının eserleri, bir simülasyonun parçası. Ait oldukları topraklardan yüzlerce, binlerce kilometre uzakta yaratmaları istenen yanılsama, bu müzelerin ana stratejilerini oluşturuyor.
Troya’nın bulunması öyküsünde olduğu gibi, Anadolu’nun dört bir yanı Batılı defineci/arkeologlar tarafından kazılmış, eşsiz kentler ve eserler bulunmuş ama çoğunlukla Avrupa’ya kaçırılmış. Bu çelişkili gibi görünen, 19. yüzyıl arkeologlarının (Troya’yı kazan Heinrich Schliemann örneğinde daha çok “defineciler”inin) hem iyi hem kötü bir şey yaptığını düşündüren tarihin aslında hiç de çelişkili olmadığını düşünüyoruz. Çünkü İngiltere, Fransa, Almanya gibi kolonyal ülkeler, kendi ulusal çıkarlarını her şeyin üstünde tutmanın yanı sıra kendilerine “medeniyet”in koruyucusu rolünü biçerler. Böylece ister Halikarnas Mozolesi veya Troya hazineleri, ister Yunanistan’dan Elgin Mermerleri veya günümüz Nijerya’sından Benin Bronzları olsun... Topraklarından çıkan bu eserlere sahip olması gereken ulusların mirasını korumak da evrensel kültürel değerleri muhafaza maskesi altında kolonyal bir görevdir bu ülkeler için. Böylesi bir görevde ise ulusal müzeler büyük bir işleve sahiptir. Peki kültürel kolonizasyonun bir parçası olan müzeler dekolonize edilebilir mi?
Halikarnas Balıkçısı’nın açtığı yoldan gitmek
Sovyetler’in Afganistan’ı veya ABD’nin Irak’ı işgali... Kamboçya’daki yağma, Taliban’ın veya IŞİD’in tarihi ve belleği yok etme amaçlı saldırıları, Suriye’deki savaşın tam bir yıkıma dönüşmesi...Şimdi de İsrail’in Filistin’e yaptığı saldırılar...Savaşlar, tarih boyu kültürel mirasın en büyük düşmanı oldu. Savaşların sürdüğü günümüzde bu coğrafyalardaki arkeolojik alanlardan ve kültürel kurumlardan yağmalanan eserlerin ticaretini ve satışını engellemek için neden ortak bir uluslararası eylemin gerçekleştirilmediği sorusu, bütün önemiyle cevaplanmayı bekliyor hâlâ. Üstelik Batılı müzelerin ve o müzeleri kuran politik aklın eserleri “savaşta zarar görmesin diye” alıp götürme gerekçesi toplumlarda muhtemelen tahmin edilenden daha yaygın bir şekilde kabul gördüğünden geçerliliğini de koruyor. Dolayısıyla savaş gibi koşullarla yerinden edilerek uluslararası piyasada dolaşıma giren arkeolojik objelerin koleksiyonerler ama daha da önemlisi Avrupalı ve ABD’li müzeler tarafından satın alınması sürdüğü müddetçe yeni savaşların çıkmayacağını kim garanti edebilir?
UNESCO’nun 1970 yılında hazırladığı Kültür Varlıklarının Yasadışı İthal, İhraç ve Mülkiyet Transferinin Yasaklanması ve Önlenmesi Sözleşmesi hâlâ yürürlükte. Ancak bu ve benzer koruma önlemleri objelerin sadece ilk satışı için yasal bağlayıcılık teşkil ediyor. Birden çok satışın gerçekleştirilmesiyle eserlerin adeta süreç içinde “aklanması” sağlanıyor ve en nihayetinde ait olduğu coğrafyadan kaçak kazılarla veya doğrudan müzelerden çalınarak uzaklaştırılan ya da savaşın kaotik ortamında bir biçimde ortadan kaybedilen eserler, Avrupa ve Amerika’da ya bir müzayedede ya da bir müzenin koleksiyonunda yeniden ortaya çıkabiliyor. Bu durumda eğer eserler kaynak ülkeler tarafından fark edilirse iade talebi süreci başlatılabiliyor. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti Halikarnas Balıkçısı’nın açtığı yoldan giderek 2013’te Mozole için tekrar hukuk mücadelesi başlattı, hatta kamuoyunun desteğini de arkasına aldı; ama henüz bir sonuca varılabilmiş değil. Öte yandan eser iadesi zaman zaman mümkün olabiliyor. Buna dair en yeni örnek, 2023 yılı içinde ABD’de tespit edilen ve Burdur’daki Boubon antik kentinden yasadışı yollarla kaçırılmış 41 eserin iadesinin sağlanması. Ancak bu örnekler ne yazık ki istisnai. Bir başka örnek, 19. yüzyılda İngiliz birlikleri tarafından yağmalanan, daha sonra Almanlar tarafından satın alınan Benin Bronzları’nın 22 parçasının 2022’de Almanya tarafından Nijerya’ya iade edilmesi oldu. Bu Batılı bir devlet için ilk sayılır. Üstelik bu iade anlaşması, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek Afrika’nın bazı bölgelerini yöneten Almanya’nın Nambiya’da yaptığı soykırımı da kabul etmesiyle birlikte düşünülmeli. Eserlerin kendi kaynaklarına, kökenlerine geri gönderilmesi, aslında çalınmış veya sürgün edilmiş eserlerin kaynak ülkelere iade edilmesi anlamına geliyor, bu da “repatriasyon” olarak adlandırılıyor. Dan Hicks başta olmak üzere birçok sanat tarihçisi, repatriasyon olmadan tam bir dekolonizasyon olamayacağının altını çiziyor.
19. yüzyılda Benin Krallığı’ndan yağmalanan eserlerin bir kısmı ise İngiltere’de yer alıyor. Londra’daki Horniman Müzesi, kendi koleksiyonundaki 72 parçayı iade etmeyi kabul etti. Fakat Benin Bronzları’nın 900 kadar parçası hâlâ British Museum’da. İade taleplerinin gerçekleşebilmesi de pek mümkün görünmüyor; çünkü diğer ülke ulusal müzelerinin aksine, Birleşik Krallık’taki Kraliyet Koleksiyonu ancak mütevelliler tarafından tavsiye edilmesi ve kralın onaylaması koşuluyla koleksiyonundaki parçaları elden çıkarabiliyor. Her ne kadar Birleşik Krallık’taki müzeler, dekolonizasyon çabaları çerçevesinde repatriasyon işlemlerini güçlendirmeye veya halihazırda sergilenen eserlerin sahibi yerel (indigenous) halklarla ilişkilerini geliştirmeye yönelik çaba gösteriyor olsa da bu halklardan gelen geri bildirimler, çoğu zaman sergilemelerin yanlış bir şekilde ve gerçeği yansıtmayan hikâyelerle yapıldığını ortaya koyuyor. Bu durum, yerel halkların kültürel miraslarını ellerinden almanın ötesinde, hikâyelerinin de yanlış anlatılmasıyla yanlış bir bilgi sistemi kurulması endişesini ortaya çıkarıyor. Öte yandan bu hataların çeşitli işbirlikleri yoluyla düzeltilmesi belki mümkün; ancak özellikle repatriasyon süreçlerinin gerçekleştirilememesi, eski sömürgeci güç yapılarının varlığını hâlâ sürdürdüğünün en açık kanıtı.
Tıpkı Türkiye gibi Yunanistan da pek çok eserinin peşinde. 19. yüzyılın başlarında İngiltere’ye kaçırılan Elgin Mermerleri’nin Yunanistan’a iadesi konusundaki tartışma ülke gündeminden düşmüyor. 2023 yılı içinde İngiltere başbakanı, kendisiyle bu konuda konuşmayı planlayan Yunan mevkidaşıyla görüşmesini son anda iptal etti örneğin. İngiliz muhalefet lideri Jeremy Corbyn ise yaptığı bir röportajda eğer başbakan seçilirse Parthenon’dan çalınan heykelleri ait olduğu topraklara geri vermek için elinden geleni yapacağını açıklamıştı. Ne yazık ki başarılı olamadı. Elgin Mermerleri’nin emsal bir şekilde iade edilmesi ancak Batılı ülkelerin politikalarının ve bu politikaların izlenebildiği kurumlar olan müzelerin dekolonize edilmesiyle mümkün olabilir. Dünyadaki “öteki” kültürleri kendi sömürgeci imparatorluk çatısına dahil eden, modern ulusal kimliğini bu temel üzerine kurarak kolonyal dönem hiyerarşisini kültürel alanda sürdüren müzeler, bu sorunlarla yüzleşirlerse önce kendilerini, sonra da onları üreten politikaları değiştiren kurumlar olabilirler. Geleceğin dünyasının buna ihtiyacı var.
Dekolonizasyonun adımları
Günümüzde hem politik doğrucu akademik dünyada hem de bu doğruculuğu malzeme edinen Avrupa ve Kuzey Amerika müzelerinde gerçekleşen çoğu sergi ile etkinliğin metinlerinde “çeşitlilik”, “dahil etme”, “dekolonyal” gibi sözcüklere sıkça rastlanıyor. Ancak Dan Hicks’in de söylediği gibi, sömürgecilikten arınmak karmaşık bir fikirler dizisidir; karmaşık süreçler, alan, para ve zaman gerektirir; aksi halde tüm bu sözcükler moda olmaktan öteye gidemez ve vicdanları aklamaktan başka bir işe yaramaz. Bu yöntemle müzeler “sömürgecilikten kurtulma”yı da bir sergi nesnesi haline kolayca getirebilir. Üstelik çoğu zaman, özellikle de yerli halklara ait objeler, sanat sergileri yerine etnografya müzelerinde gösterilen otantik bir nesne görünümü alıyor. Öte yandan küratörlerin sergilenen eserlerin geldiği kültür hakkında ne tür bir bilince ve deneyime sahip oldukları da eserlerin nasıl, hangi şekilde ve hangi hikâyelerle sunulduğu açısından son derece önemli. Örneğin 2018’de Brooklyn Müzesi’nin Afrika sanatını sergilemek için beyaz bir Amerikalıyı görevlendirmesi toplumsal bir memnuniyetsizlik yarattı ve haklı olarak epeyce eleştirildi. Bu tür durumlarda kültürel duyarlılık, uzmanlık ve deneyim eksikliği konularını tartışmak gerekiyor. Çünkü sergilenen eserler, o eserlerin kültürel bağlamına ve anlamına saygıyı hak ediyor; bu nedenle küratörler ile karar vericilerin sergileme süreçlerinde çok daha dikkatli, kültürel açıdan çok daha duyarlı şekilde hareket etmeleri şart.
Tüm bunlarla birlikte, gerçek anlamda dekolonizasyon, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sergilerinin iyileştirilmesine yarayacak şekilde düzenlemeler ve yerel halklarla işbirlikleri yapmak anlamına gelmez; dekolonizasyon için tüm sistemi yeniden şekillendirmek gerekir. Gerçek anlamda bir dekolonizasyonun ancak repatriasyonla mümkün olabileceğini vurgulamamıza rağmen, bu sürecin yakın bir gelecekte hak ettiği gibi ilerlemeyeceğinin, atılan adımların sadece birkaç devletin girişimiyle sınırlı kalacağının ve sürecin tamamlanmasının çok uzun vadeye yayılacağının farkındayız. Bu noktada, müzelerin dekolonizasyon sürecine katkıda bulunacak birkaç önemli kavramsal yaklaşımdan bahsetmek gerekir. Bunların ilki, John Berger’ın sanatta cinsiyetçi yapıları eleştirmek için ortaya attığı “farklı şekillerde görmek” argümanından yola çıkarak kolonyal bakış açılarını değiştirmek gereğidir. Meyda Yeğenoğlu’nun Sömürgeci Fantaziler kitabında belirtildiği gibi, Batı dışındaki ülkeler genellikle “öteki” olarak kabul edilir ve bu ötekilik altında Batı olmayan kültürlere karşı bir tür fantazileştirme (örneğin Osmanlı haremindeki kadınların Avrupalı oryantalist ressamlar tarafından sunuluş biçimi) vardır. Çünkü deneyimlemediğimiz her kültür, bizde kavramsal bir boşluk yaratır. Bu boşluk aslında neyi bildiğimizin ve gördüğümüzün ötesinde bir deneyim boşluğudur, bu boşlukta kolonyal varsayımlar devreye girer. Aslında müzeler, ilişkilerin yeniden üretildiği, doğallaştırıldığı, hatta bir tür kültürel hiyerarşinin kurulduğu, kolonyal öykülerin üretildiği yerlerdir. Bu nedenle yapılması gereken ilk şey, müzelerdeki kolonyal bakış açılarını, sunumları ve anlatıları değiştirmek olmalı. Bu, adını andığımız bazı müzelerin ajandalarına dahil ettikleri bir strateji olsa da uygulamalar daha ziyade eserlerin nasıl daha iyi tanıtılacağına ve sergileneceğine odaklı. Yani “sömürgecilikten kurtulma”yı politik doğrucu bir noktadan almak olarak da yorumlanabilir kolaylıkla. Öte yandan kolonyal düşünce yapısından kurtulmak uzun bir sürece yayılmış bilişsel farkındalık gerektiriyor, bu uygulamaların da böylesi bir farkındalık için ilk adımlar olduklarını umalım.
İkinci önemli nokta ise Divya P. Tolia-Kelly ile Rosanna Raymond’ın 2020 tarihli “Decolonising Museum Cultures: An artist and a geographer in collaboration” (Müze Kültürlerini Dekolonize Etmek: Bir Sanatçı ile Coğrafyacının İşbirliği) başlıklı makalelerinde (Transactions of the Institute of British Geographers içinde) British Museum özelinde ele aldıkları tartışmada yer alıyor. Buna göre, öncelikle koleksiyonları doğru bir şekilde yerleştirmek ve emperyalizm ile sömürgeciliğin kültürel bağlamlarını açıkça belirtmek gerekiyor. Kolonyal çerçeveleri etkili bir şekilde sarsabilmek için farklı felsefeleri ve bakış açılarını göz önünde bulundurmak da şart. Aslında yapılması gereken, sadece sergilenen eserlerin ve yaşanmış tarihlerinin doğru şekilde sunulması değil, aynı zamanda bu anlatıların ve sergilerin kolonyal mirası eleştirmesine izin verilmesi. O mirasın nasıl üretildiğine, hangi kültürler aracılığıyla taşındığına dair halkların temel felsefi bakış açılarına odaklanması elzem. Böylesi bir yaklaşım, müzeleri pasif sergileme amacından bir adım öteye taşıyarak doğru bir etkileşimin mekânları haline de getirecektir.