“Sınırlar/Olasılıklar” temasını belirlerken genç sanatçılarda sizi bu kavrama yönlendiren neydi? “Sınır” kelimesi sizde nasıl bir çağrışım yaptı: Politik mi, estetik mi, kişisel mi?
Son yıllarda genç sanatçıların üretimlerinde belirgin bir “eşik” hissi var. Belirsizliğin, kırılganlığın ve direnç arzusunun iç içe geçtiği bir kuşaktan söz ediyoruz. Bu kuşak hem bireysel hem toplumsal olarak sürekli sınırlarla karşılaşıyor: politik sınırlar, ekonomik sınırlar, görünürlük sınırları, ifade sınırları… Bu nedenle “sınır” kavramı yalnızca teorik bir tercih değil, doğrudan yaşadığımız çağın ruhunu yansıtan bir kavram haline geldi. Benim için “sınır” kelimesi hem politik hem estetik hem de varoluşsal bir alanı çağrıştırıyor. Politik, çünkü dünyada kapanan sınırların, artan kutuplaşmaların ve dışlayıcı sistemlerin içindeyiz. Estetik, çünkü sanat her zaman o sınırları esnetmenin, aşmanın ya da yeniden tanımlamanın yollarını arar. Ve kişisel, çünkü her sanatçı kendi iç dünyasıyla, korkularıyla, arzularıyla, aidiyetleriyle de sınırlarını çizer. Bu yıl “Sınırlar/Olasılıklar” başlığıyla, genç sanatçıların bu sınırların içinde ve ötesinde kurdukları dilleri görünür kılmak istedim. Çünkü onların üretimlerinde sadece cesaret ve umut değil; öfke, yorgunluk, umutsuzluk ve direnç de var. Ve belki de tam bu yüzden, “sınır” kadar “olasılık” kavramı da önemli. Her sınır hem bir engel hem de bir geçit. Genç sanatçılar, bu geçitlerin eşiğinde durarak, yeni anlamların, yeni ilişkilerin ve yeni varoluş biçimlerinin ihtimallerini yaratıyorlar.
Genç sanatçıların üretiminde sizi en çok şaşırtan şey ne oldu?
Genç sanatçıların üretiminde beni en çok etkileyen şey, iç dünyalarıyla dış dünyanın karmaşası arasında kurdukları denge oldu. Bu kuşakta büyük bir farkındalık, güçlü bir sezgi ve hayatla kurulan çok yönlü bir ilişki var. Bir yandan bireysel hafızalarını, duygularını ve kırılganlıklarını paylaşmaktan çekinmiyorlar, diğer yandan yaşadıkları çağın sorunlarına duyarsız kalmıyorlar. Onların üretimlerinde hem içe dönük bir sessizlik hem de dışa dönük bir cesaret var. Malzeme seçimlerinden anlatım biçimlerine kadar her şey, sınırları sorgulama ve kendi alanlarını yaratma arzusu taşıyor. Kimi zaman ironik, kimi zaman şiirsel, kimi zaman deneysel… Ama daima sahici ve samimi. Bu kuşakta beni en çok şaşırtan şey, çok zor koşullar altında bile sanatın dönüştürücü gücüne duydukları inancı kaybetmemeleri. Umudu bir naiflik değil, bir direnç biçimi olarak görüyorlar. Sanırım beni en çok etkileyen de bu. Genç sanatçıların her şeye rağmen üretmeye, söylemeye ve hayal etmeye devam etme kararlılığı.
BASE’in yapısı gereği 36 şehirden gelen 154 sanatçı var. İstanbul dışındaki üretimlerde sizi özellikle etkileyen bir yön var mıydı?
İstanbul dışından gelen üretimlerde dikkatimi çeken şey, sanatı yaşama biçimiyle iç içe geçiren bir doğallık hissi oldu. Büyük şehirlerdeki hız, yoğunluk ve rekabet duygusu dışında, üretimlerin başka bir ritme, başka bir zamansallığa sahip olduğunu hissediyorsunuz. Bu üretimlerde yer, malzeme, gündelik hayat, hafıza ve doğayla kurulan bağ çok daha doğrudan. Farklı şehirlerden gelen sanatçılar, çoğu zaman kısıtlı imkânlar içinde çalışıyorlar. Bu durum, sanatın merkez-çeper ilişkisi içinde yeniden tanımlanabileceğini gösteriyor. BASE’in en kıymetli taraflarından biri de bu çeşitliliği görünür kılması. Farklı şehirlerden, fakültelerden, kültürel bağlamlardan gelen genç sanatçılar aynı çatı altında bir araya geldiğinde hem benzerliklerin hem farklılıkların yarattığı zenginliği hissedebiliyorsunuz. Bu çok seslilik, aslında Türkiye’nin sanat coğrafyasının ne kadar canlı, dirençli ve üretken olduğunu hatırlatıyor.
Genç sanatçılar sınırlarını dönüştürmeyi mi yoksa yeniden tanımlamayı mı deniyor sizce?
Bence genç sanatçılar artık sınırları yalnızca aşmak ya da dönüştürmekle yetinmiyorlar, onları yeniden tarif ediyorlar. Sınır, bu kuşak için bir engelden çok bir başlangıç noktası. Onlar, kendilerine çizilen sınırların içinde sıkışmak yerine, o sınırların anlamını değiştirmeye çalışıyorlar. Birçoğu için “sınır” artık korkulacak değil, kullanılacak bir alan. Malzeme, biçim, kimlik, mekân ya da söylem fark etmeksizin, sınırı üretimin bir parçası haline getiriyorlar. Bu yaklaşım, sanatın yalnızca özgürleşme değil, aynı zamanda yeniden kurma gücünü de hatırlatıyor. Kimi sanatçı için bu süreç içsel bir dönüşüm -kendi kimliğiyle, hafızasıyla, bedeninin sınırlarıyla yüzleşme biçimi- kimi için ise toplumsal, kültürel ya da politik sınırlara bir yanıt, bir karşı duruş. Ama ortak nokta şu, bu kuşak, sınırları artık dışarıda çizilen sabit hatlar olarak değil, içeriden dönüştürülebilen, yeniden yazılabilen hareketli alanlar olarak görüyor, geçişlerin, aradalıkların ve çoğulluğun içinde üretmeyi seçiyor.
Genç sanatçılar sizce bugün sanatın toplumsal işlevini nasıl görüyor? Estetik arayış mı ağır basıyor, yoksa sosyal eleştiri mi?
Bu kuşakta estetik arayış ile toplumsal duyarlılık birbirinden ayrılmıyor. Genç sanatçılar, biçimsel denemeler yaparken aynı zamanda yaşadıkları çağın tanıkları olduklarının farkındalar. Sanat onlar için yalnızca bir ifade biçimi değil, dünyayla ilişki kurmanın, ona karşı pozisyon almanın ve bazen de onunla uzlaşmanın bir yolu. Bugün birçok genç sanatçının üretiminde sosyal eleştiri doğrudan sloganlarla değil, daha sezgisel, daha deneyimsel biçimlerle ifade buluyor. Toplumsal meseleler -ekoloji, kimlik, beden, teknoloji, cinsiyet, hafıza- sanatın estetik diliyle iç içe geçmiş durumda. Bu da onları önceki kuşaklardan ayıran önemli bir fark, sanatın toplumsal işlevini didaktik değil, duyusal bir yerden tanımlıyorlar. Ayrıca bu kuşakta “eleştiri” kavramı bile dönüşüyor. Bazı sanatçılar dünyayı eleştirmekten çok, onu yeniden hayal etmenin yollarını arıyorlar. Sanat, bir yandan bugünün sorunlarını görünür kılarken, diğer yandan başka bir olasılığın, başka bir geleceğin tahayyülünü mümkün kılıyor. Dolayısıyla genç sanatçılar için estetik arayış da sosyal eleştiri de nihayetinde aynı yere çıkıyor: Dünyayı anlamak, dönüştürmek ve yeniden kurmak arzusu.
BASE gibi bire yapının sürdürülebilirliği sizce Türkiye’de neye bağlı?
BASE gibi bir yapının sürdürülebilirliği, yalnızca finansal kaynaklara değil, inanca, inada ve ortak bir sorumluluk bilincine bağlı. Türkiye’de bağımsız ve kapsayıcı platformların varlığını koruyabilmesi hem kurumların hem de bireylerin bu alandaki dayanışma isteğiyle doğrudan ilişkili. BASE’in yapısı, kurumsal bir çerçevenin içinde özgür bir düşünme alanı yaratıyor. Her yıl Türkiye’nin farklı şehirlerinden yeni mezun genç sanatçıları bir araya getirerek, bir sergi olmanın ötesinde bir diyalog ve paylaşım zemini kuruyor. Bu model, yalnızca genç sanatçıların görünürlüğünü artırmakla kalmıyor; eğitim kurumları, sanat profesyonelleri, koleksiyonerler ve izleyiciler arasında da canlı bir bağ kuruyor. Sürdürülebilirliğin diğer bir boyutu da “yenilenebilirlik”. BASE tam da bu yenilenme dinamiğini koruyabildiği için dokuz yıldır canlılığını sürdürüyor. Bence Türkiye’de sanat alanında sürdürülebilirlik, bir tür “kolektif irade” meselesi. Kurumsal yapılar, bağımsız inisiyatifler, özel sektör, akademi ve izleyici birbirine temas ettiğinde, kültürel üretim alanı nefes alabiliyor.
Sanatın bugünkü ‘sınır’ tanımı sizce nereye evriliyor? Her sınır, bir olasılık mıdır?
Evet, her sınır bir olasılıktır, ama o olasılığa ulaşmak her zaman kolay değildir. Bugünün sanatında sınırlar artık yalnızca mekânsal ya da biçimsel değil, duygusal, etik, dijital ve düşünsel alanlarda da yeniden tanımlanıyor. Teknolojinin hızla dönüştürdüğü bir dünyada, sanatın sınırları hem genişliyor hem de bulanıklaşıyor. Bir yandan her şeyin sanat olabileceği kadar özgür bir alan açılıyor, diğer yandan bu sınırsızlık hissi, bazen belirsizlik ve yönsüzlük de yaratıyor. Bence çağdaş sanatın asıl meselesi, artık sınırları kaldırmak değil, onları nasıl kullandığımızı, nasıl yeniden anlamlandırdığımızı sorgulamak. Sınır, yalnızca dışarıyla aramızda değil, kendi içimizde, düşüncelerimizde, inançlarımızda da var. Sanat, o çizgileri sabitlemek yerine, onları geçirgenleştiriyor, bazen bulanıklaştırıyor, bazen de tamamen görünmez kılıyor. Genç sanatçılar için sınır, bir engel olmaktan çok, düşünmenin ve üretmenin alanı. Ve evet, her sınır bir olasılıktır. Çünkü sınırın olduğu yerde düşünme başlar; sorgulama, deneme, geçiş, karşılaşma başlar. Sanat da tam olarak orada, o geçiş anında, o eşiğin titrek hattında var olur. Belki de çağımızın en büyük umudu, sınırların kendisini bir ihtimal alanına dönüştürebilmekte gizli.
