İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2007-2036 Bienal Sponsoru Koç Holding’in desteğiyle düzenlenen 18. İstanbul Bienali, Christine Tohmé küratörlüğünde Üç Ayaklı Kedi başlığıyla gerçekleşiyor. İlk ayağı kapsamında 30’u aşkın ülkeden 50’ye yakın sanatçının 100’ün üzerinde eserinin sergilendiği bienale Türkiye’den de altı sanatçı katılıyor.
İKSV’nin 1987 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Bienali, alışılmış bienal formatlarının dışına çıkarak bu yıl ilk kez üç yıla yayılan özgün bir yapıyla tasarlandı. Bienal, ona ismini veren kedi gibi üç ayağı üzerinde 2025’ten 2027’ye uzanacak. Kendini koruma ve gelecek olasılıkları temalarını merkeze alan ilk ayağı, 23 Kasım 2025’e dek ücretsiz olarak 8 farklı mekânda ziyaret edilebiliyor.

Fotoğraf: Salih Üstündağ
Bienalin 2026’daki ikinci ayağında İstanbul Bienali Akademisi’nin kurulması ve sanat inisiyatiflerinin iş birliğiyle bir kamusal program geliştirilmesi planlanıyor. İstanbul Bienali’ni iki ay sürecek bir sergi olmaktan öteye taşıyan bu ikinci etabın sanat ekosistemine katkıda bulunması, genç sanatçılar için zemin sağlaması, kültür ortamının soru, sorun ve ihtiyaçlarını tartışmaya yönelik bir platform sunması hedefleniyor. 2027 yılında ise bienalin üçüncü ve son ayağına yaslanması bekleniyor. Bu sürecin çıktılarının paylaşıldığı nihai bir sergi, atölye programları ve performanslar bienalin üçüncü yılında izleyiciyi bekliyor.
Meraklı, Esnek, Dayanıklı
18. İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesi özel bir kedi imgesinden yola çıkıyor. Kentin sevilen, başına buyrukluğuna imrenilen, saygı gören ve birçok hanesi tarafından bakımı üstlenilen dokuz canlı sakini, 18. İstanbul Bienali’nde bu kez meraklı, dayanıklı, esnek, hayatın tadını çıkaran ve binlerce yıldır evcilleştirilmesine rağmen tehlikeler karşısında yabaniliğini koruyan haliyle öne çıkıyor.
Kedinin üç ayaklı oluşu, şehrin farklı tehlikeleri ile meraklı burnunu soktuğu kovalamaca oyunları arasında gidip gelen hareketli bir yaşantıya işaret ediyor. Küratör Christine Tohmé’nin kavramsal çerçevesinde bu kedi şöyle tarif ediliyor: “Oyun ile tehlike arasında git gellerle yaşayan kedi, ona karanlık anlarda kılavuzluk eden meraklı bir ruha sahiptir. Zaman zaman bu ona ağır bir bedel ödetebilir, hatta bir uzvuna mal olabilir. Üç ayaklı kedi, bir görünüp bir kaybolarak sessizce gezinir. Aksak yürüyüşü, anlatılmamış bir dehşetin yankılarını taşır. Yine de arada bir soluklanır, başını kaldırıp gökyüzüne bakar ve gezegenin ufkunu sorgular. Kimi zaman tökezlese de zarafetini kaybetmeden yeni denge hareketleri dener.”
Üç Ayaklı Kedi, alışılmamış yollara sapmak ve yeni dönüşüm alanları yaratmak için bize cesaret veriyor. 18. İstanbul Bienali tam da bu bağlamda ondan öğrenmeye dair bir kararlılıkla, izleyici için onarmanın ve hayal kurmanın birlikte yürüdüğü bir patika açıyor. Bu patikanın ulaşabileceği gelecekleri gözümüzün önüne getirmek ve bu canlandırma eyleminin kendisinin üzerimizde bırakacağı duyguyu anlamak, 47 sanatçının 100’ün üzerinde işiyle mümkün oluyor.
Ne Eksik Ne Fazla
Kedinin üçüncü ayağı, dört rakamıyla düşünüldüğünde kayıpla mücadeleyi, direnmeyi ve kendini koruyarak hayatta kalmayı akla getiriyor. İki rakamının yanına konduğunda ise “üç” bambaşka anlamları düşünmek için yeni kapılar aralıyor. Bakışı “üçüncü” olana yöneltmek, ikiliğin ötesine geçmeyi ve kutuplaştırıcı alışkanlıklardan kurtulabileceğimiz bir çıkış kapısını vaat ediyor. İkinin yanında düşünüldüğünde bir tripodu da tutacak dengeyi, bereketi ve topluluk olabilmeyi düşündürüyor. “Ya bu ya öteki” kalıbından ziyade, “Ne o ne beriki” ya da “Hem o hem de beriki” diyebilmenin açacağı kapıları akla getiriyor.
Üçüncü aynı zamanda hakem, tanık ve güvenli kural koyucu anlamlarını da içinde barındırıyor. Baş başa bir birlikteliğin fazla gelebileceği; boğucu, tekinsiz ve tehdit dolu olabileceği bir ortamda rahatlatıcı, kolaylaştırıcı, bakışı dinlendirici bir özne olma işlevini yerine getiriyor. Her ikilem, içinde üçüncü bir kapı ümidini ve ferah yeni bir odaya açılabilecek bir tartışmayı içeriyor. Bu anlamda üç, sıkışmışlıktan kurtulmayı, özgürlüğü, aklı ve alternatif yaşam alanlarını ifade ediyor. Galeyana gelmeye meyyal bir toplulukta üçüncü konumda kalmak yıprandıkça tazelenmesi gereken bir sabrı, mantıklı düşünmeyi, durmadan kendini yenilemeyi, sorgulamayı, dışa olduğu kadar içe dönmeyi ve eleştirel düşünmeyi gerektiriyor.

Fotoğraf: Salih Üstündağ
İKSV
Gösteriye Dönen Yoldan Dönmek
Jasleen Kaur, Zihni Han’da sergilenen Bedenim Bir Kasvet Tapınağı (2021) isimli işinde, “wellness” kültürünün pazarlanmasıyla ticarileşen kadim ruhani gelenekleri gündeme getiriyor. Zıtlıkları vurgulayarak huzurlu bir meditasyon ortamını sekteye uğrattığı görüntüleriyle akla kazınan bu iş, özbakım endüstrisinin ellerine düşen kadim öğretilerin sömürülme ve kâra çevrilme pratiğini eleştiriyor. Kaur öne sürdüğü kavramların içini boşaltarak eşitsizliği daha da vahim hale getiren bu kültürel sömürgeciliği eleştirirken Sara Ahmed’in “mutlu nesne” teorisinden de besleniyor.
Sara Ahmed’e göre mutluluk kavramı belli nesneler ve yaşam biçimleriyle (evlilik, kariyerde başarıya odaklanmak, çocuk sahibi olmak gibi) ilişkilendirildiğinde var olan normatif düzeni pekiştiriyor. Alışılageldik şekilde yaşamayanların damgalanmasına, görünmez hale gelmesine sebep olan bu anlayış, bu haliyle mutluluk kavramını da kişinin kendi gerçekliğinden uzaklaştırıp içi boşaltılmış bir konuma sokabiliyor.
Bienalin direktörü Kevser Güler, Binnaz Saktanber'in sorularını yanıtladığı İKSV ile Sahne Arkası söyleşisinde, “sanatın iyileştirici gücü” ifadesiyle ilgili olumsuz düşünceleri olduğunu söylerken içi boşaltılmış benzer bir konumdan bahsediyor. “Sanatın başka bir sürü gücü var,” diyen Güler, sanatı bir iyileşme ve güzelleme kültürünün parçası olarak konumlamanın sanata, yani kavramın kendisine ve onunla kuracağımız ilişkilere zarar vereceğini belirtiyor.
Üç Ayaklı Kedi ifadesinde duyumsadığımız yara ve kendini korurken yarasını temizlediğini hayal ettiğimiz kedi, işte bu tavrı içinde taşıyor. Bienal’in küratörü Christine Tohmé sunuş yazısında korumanın bir biçiminin de “zamanla sürdürülen yaratıcı, hatta itaatsiz müzakereler yoluyla” ortaya çıktığından bahsediyor. Bienalin çatısına ilham veren kedi, kendine bu itaatsizliği şiar ediniyor. Kendisi de sokaklarında kedilerin dolaştığı bir şehirden, Beyrut’tan gelen küratör, absürt komedi ve histerik tekrarlamaların “ıstırabı gösteriye dönüştüren mekanizmaların istikrarına çomak soktuğundan” bahsederken işte böyle bir kediden bahsediyor.
Dördüncü Ayağa Bakış
18. İstanbul Bienali, temel uzuvlarından birini yitiren bir kedinin varoluş tarzından öğrenecek çok şey olduğunun bilinciyle, şehirde üç ayağıyla var oluyor. Politik ve ekonomik çalkantı dönemlerinin etkileri, bu şehirde ülkenin geri kalanından daha görünür, daha söze dökülür oluyor. Bu bakış açısı, zorlayıcı dönemlerde diyaloglarımızda geniş yer kaplayan “umut,” “dayanıklılık,” “direnç” gibi kavramların anlamlarını tekrar tekrar düşünmenin önemini de hatırlatıyor. İngilizcede “resilience” olarak bilinen psikolojik sağlamlık ifadesi, Türkçede aynı anda hem direnç ve dayanıklılığı hem de esnekliği çağrıştırıyor. Bir canlıya, bir deneyime, bir şehre “kırılgan ama dirençli” derken bu zıtlığın bizde uyandırdığı “romantik” kompozisyona biraz daha yakından bakmakta fayda var. Istırabın gerçekliklerine mesafeyle çizilen bir tabloda beliren bu İstanbul sahnesi, sorgulanması gereken anlamları da içeriyor: “Yıkılmadı ayakta,” “Her koşulda gülebilen” ve belki Batı bakışıyla, “Sadece buradan, tam da uzaktan bakınca güzel.” Elbette mesafe, bazen ayrıcalıkken bazen gereklilik haline gelebiliyor. Bir ıstırabın tamamen içinden konuşmak da kolayca çarpıklaşabilecek belli adaptasyonları ortaya çıkarıyor. Elimizin gitmediği haber akışları, elimizden bir şey gelip gelmeyeceğini ölçmekte zorlandığımız adaletsizlikler, paralize olduğumuz anlar. Kimi inkara yaklaşan bozulmuş gerçeklik algıları, kimi hepimize tanıdık gelen koruma mekanizmaları.
Üç Ayaklı Kedi, kavramsal olarak bizi gerçekliği inkâr etmeden “kendimizi ve birbirimizi korumaya,” onun için de “hayatta kalmaya ve tutmaya” çağırırken “umut” kavramını da katmanlı düşünmeye davet ediyor. Savaşların ortasından dijital ortamda yaygınlaşan hepimize tanıdık üç video, bu üç ayaklı bağlamı simgeleştirmemize yardımcı olabilir: ilk videonun öznesi, üç yaşındaki kızına, bombaların sesi duyulur duyulmaz kahkaha attıkları bir oyun öğreten Suriyeli baba. İkincisi ortaokul-lise çağlarındaki öğrencileriyle söyledikleri şarkıda drone’ları arka plan sesi olarak kullanan Filistinli müzik öğretmeni. Üçüncü video ise savaş sirenlerinin sesiyle armoni yapan Ukraynalı bir genç kadın.
Gerçekliğin sesine sesimizle dahil olabilme seviyemiz yaşımıza göre değişiyor. Kurduğumuz yeni varoluşu onun içine katma seviyemiz de öyle. Gerçeklikle karşılaştığımızda oynadığımız oyunlar, yani mücadele biçimlerimiz de tıpkı farklı yaşların yapabilirliklerinde olduğu gibi, geliştirdiğimiz mekanizmaların olgunluğuna göre biçim değiştiriyor. Tam da bu yüzden, olgun bir farkındalığın içinden duyduğumuz ses, umudu yitirmememizi söylerken bizden aynı anda şunları da istiyor: Yitirdiklerinin farkında ol, onları inkâr etme, onlar üzerine konuşmayı ihmal etme, hesap sor, sorumluları göreve çağırmayı unutma, sorumluluk almayı kabul et, taleplerini tekrarla. Umut ve sağlamlık ancak iradenin ve hesap verebilirliğin sürmesiyle mümkün olabiliyor.
Kedinin dayanıklılığı ve esnekliği, bu tartışmaya göre dördüncü ayağın yokluğunu inkâr etmekte ya da hayata tamamen aynı şekilde devam etmekte yatmıyor. Kaybın farkındalığıyla yeni ve merak uyandırıcı farklı yaşam biçimleri inşa etmekte yatıyor. 18. İstanbul Bienali’nin ilk ayağında vurgulanan koruma, kollama ve gelecek olasılıkları kurma güdüleri, bu anlamda kaybın görmezden gelinmesinden çok ötede duruyor. “Asıl önemli olan, bir bütünlük haline geri dönmek değil,” diyor sunuş yazısında Bienal’in küratörü Christine Tohmé, “Elde kalanı yeniden kurgulama, ondan bir varlık çıkarma ihtimali.”
Evcil ve Yabani
Bienal kapsamında Elhamra Han’da sergilenen işlerden biri de Şafak Şule Kemancı’nın hayvanlara ve bitkilere özgü unsurları aynı potada erittiği anıtsal ölçekteki yumuşak hibrit heykeli. Sanatçı eve ait olanla yabaniyi, tanıdık ile tekinsizi ikiliklere meydan okuyan bir form üzerinden tartışıyor. Kuir varoluşu bu hibrit botanik yapının gölge oyunları üzerinden işleyen Kemancı, bahsettiğimiz koruma pratiklerine bir boyut daha ekliyor. Sanatçıya göre korumak her zaman saklanmak anlamına gelmiyor. Aksine, bazen o kadar büyümek, o kadar geniş bir alana yayılmak anlamına geliyor ki “gölgeniz başkaları için sığınılacak yer oluyor.”
Eva Fàbregas’ın Mebusan 35’in üst katına yayılan Sızıntılar (2925) işi kendi iradesiyle sergi alanını işgal eden canlı bir varlığı tasvir ediyor. Yaşama doğru yayılan bu biyomorfik heykel, ismiyle bitkilerin iyileşme sürecinde “ter atarak” salgıladığı özsuyunun yanı sıra aynı anda akla irin, pıhtı gibi tiksinti uyandıran sıvıları getiriyor. Sızıntılar sarmaşık gibi yayılıp tutunmanın, yer kaplamanın güzelliğini aynı anda tiksinti uyandıran göbek bağı, bağırsak gibi formların çağrışımıyla gözler önüne seriyor. İzleyicide dokunma ve koklama dürtüsü uyandıran yapıt, söz öncesine ait deneyimleri hatırlatarak alternatif var oluş biçimleri hayal etmeye çağırıyor.
Bir aradalığa içkin tekinsiz karşıtlıkları inceleyen bir diğer iş, Beyrutlu sanatçı Akram Zaatari’nin Türkiye, İran ve Balkanlar’da süren geleneksel yağlı güreş karşılaşmalarını tasvir ettiği Zeytin Yeşili (2020) isimli yapıtı. Sanatçının COVID-19 pandemisinde karantinada ürettiği eser, kalabalık bir izleyici kitlesinin önünde gerçekleşen bu ritüelin ortaya serdiği yakınlığa rağmen uyandırdığı tenhalık duygusunu işliyor. Galata Rum Okulu’nda sergilenen işinde birbirine dolanmış çıplak erkek bedenleri arasındaki çarpışmanın kıyısında gezinen mahremiyeti incelen Zaatari bu gerilimi mizahi bir tarzla ele alıyor.
Nolan Oswald Dennis yakınlığı, bu kez izleyiciyi de dahil ederek somutlaştıran bir yapıtla işliyor. Perdeyle kısmen örtülü büyük, siyah bir küre biçimindeki kesilen nefes modeli (örtülü) (2022) isimli kinetik heykel çalışması, Galata Rum Okulu’ndaki mekâna giriş yapan izleyicilerin ritmine göre şişip sönüyor.
Elif Saydam yakınlığı paravanlar, şeffaf eşikler ve iç içe duvarları çağrıştıran Misafirperverlik (2024-25) isimli iş üzerinden ele alıyor. Metal halkalarla birbirine tutturularak asılmış lamine plastik levhalar, belki ayrıksının dedikodusunun yapıldığı tanıdık bir mutfak masasını akla getiriyor. Saydam, kapalı kapılar ardında nelerin olup bittiğine kafa yorarken izleyiciyi bu sorunun içinde dolaşmaya davet ediyor. Misafirperverlik, yakınlığın kendisinden doğabilen sınır aşımları ve tekinsizlikleri, İngilizce karşılığı olan “hospitality” kelimesinin Latince kökeni hospes ile düşmanlık kavramının kökeni hostis arasındaki tarihsel akrabalığın yarattığı gerilim üzerinden ziyaret ediyor. Zihni Han’da sergilenen yapıt ifadenin kamusallığının kısıtlandığı, norm dışı olanın, kuir toplulukların hedef gösterildiği bir dönemde ev ve aile kavramlarını gerçekten tehdit edenin ne olduğuna dair bir soru da yöneltiyor.
18. İstanbul Bienali’nin sergi alanlarını Beyoğlu-Karaköy hattında birbirine yürüme mesafesinde 8 mekân oluşturuyor. İlk olarak 1885’te inşa edilip 2019-2023 arasında tamamlanan restorasyon çalışmasıyla yenilenen Galata Rum Okulu; bölgenin çehresini değiştiren Galataport projesinin ortasında, koruduğu özgün yapısıyla bölgenin ticaret geçmişini sanatla buluşturan Zihni Han; klasik Osmanlı mimari üslubundan unsurları Avrupa akademik tasarım ilkeleriyle harmanlayan Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın öncülerinden M. Vedad Tek’in tasarladığı Muradiye Han; 1895 yılında inşa edilen ve eskiden şehrin Rum cemaatine ait bir şarap deposu olarak hizmet veren Galeri 77; bir zamanlar dondurma külahı imalatının yapıldığı, Karaköy’ün arka sokaklarında grafitilerle kaplı ham tuğla cephesi ve ağır demir kapılarıyla dikkat çeken Külah Fabrikası; bir dönem şehircilik, mimarlık ve politika ekseninde şekillenen etkinliklere ev sahipliği yapan Meclis-i Mebusan 35; Beyoğlu Belediyesi tarafından bir süredir “Tophane Mekan” adıyla işletilen sosyal tesisinin yer aldığı Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi; 1827’de şehrin ilk tiyatro salonlarından biri olarak inşa edilen, bugünse zemin katındaki mağazalarıyla bilinen altı katlı ikonik yapı Elhamra Han.
