:mentalKLINIK, 25 yılı aşkın süredir sürdürdükleri üretimlerinde kavramsal sanatın teknolojiyle kurduğu ilişkiyi distopik bir tahayyülün ötesinde, hiper-duygulu bir deneyim alanı olarak kurguluyor. Yeni sergileri Meczup Şairler de tam da bu yaklaşımın bir yansıması niteliğinde. Robotik koreografiler, analog heykeller ve Unreal Engine 5 ile yaratılmış dijital bir evrenin kapılarını aralayan sergi, PİLEVNELİ’nin Dolapdere’deki mekanında 18 Ekim’e dek izleyiciyle buluşuyor.
Yaratılan bu evren, insan-sonrası çağın hem şiirsel hem de sorgulanabilir boyutlarıyla yüzleştiriyor hem de “meczup” arketipini bugünün dijital yansıması olarak, fiziksel bir mekanda hayat buluyor. Toplumsal hafızada bilgelikle aykırılık arasında salınan bu figür, sergide meta-insanlara, beden-sonrası profillere ve dijital kahinlere dönüşerek günümüzün okunamaz gerçekliğini yansıtıyor. Bu bağlamda sergi, teknolojinin mit yaratıcı potansiyelini işleyen bir anlatı olarak konumlanıyor; algoritmik düzenin soğuk yüzeyine şiirsel bir çatlak açıyor.
Veri ve arzunun ötesinde, dijital dünyanın çok katmanlı gerçekliğinde kendimizi nerede buluyoruz? Zaman ve mekândan bağımsız araf bir dünyada, fizikselliğin ve tekliğin anlamını yitirdiği yerde, salınan benliğimiz bize deneyimlenmemiş geleceklerden hangi kehanetleri getirebilir?
Meczup Şairler’de beden-sonrası varlıklar, dijital insanlar ve analog heykeller bir araya geliyor. Sizce bu birliktelik günümüz insanının dijital çağda yaşadığı parçalanmışlığı nasıl görünür kılıyor?
Beden krizinin ortasında, cinsiyetin ve kimliğin iktidarın laboratuvarlarına dönüştüğü yerde Meczup Şairler’i yeni bir ontolojik rejimin sentetik kahinleri olarak sahneye çıkarıyoruz. Onlar yalnızca veri ve arzudan yontulmuş replikalar değil; bedenin mantığını tüketmiş ve uçucu sanal alana kaymış bir uygarlığın performatif tortuları. Tek bir bedene sıkışmıyorlar; beden-sonrası göçebeleri olarak sabitlenemez profillerde salınan dijital mistikler olarak performans gösteriyorlar. Bu profiller bugünün ölçümlenen, kodlanan ve yeniden satılan arzularını, hareketlerini ve tepkilerini yansıtıyor. Direnmek yerine koşulu icra ediyorlar: her jest, zaten muhasebeleştirilen abone-özneyi cisimleştiriyor. Ama aynı anda bir yarık da açıyorlar, döngüde kalmışlıkları asla saf değil; her tekrar fark üretiyor, tereddütler beklenmedik ritimler yaratıyor. Tam da bu taşkınlıktan onların meczup bilgeliği doğuyor. Bizim için şiir artık mürekkep ve sayfada değil; tekno-ritüele, reddin sonik mimarisine dönüşüyor. Önceki işlerimiz duyusal saldırıların bir laboratuvarıydı; “Meczup Şairler” ise öznelliğin yalnızca insanda cisimleşmediği, dijital profiller, robotik koreografiler ve algoritmik ritimler boyunca dağıldığı yeni bir sistemin eşiğini işaret ediyor. Pilevneli’de açılacak sergi de bu mikroklimayı kuruyor. Unreal Engine 5 ile inşa ettiğimiz dijital evren, heykeller, yerleştirmeler ve asset’lerle birleşiyor. Meczup Şairler bu meta-yapının içinde bitmek bilmez bir histeriyle, meta-sinematik bir çöküşte askıda kalıyor. Fiziksel düzlem ise Every Now ile başlıyor. Mekân analog ve dijitali kırılgan bir membranla bir arada tutuyor; prop-heykellerin robot kaideler üzerinde dolaşması ile dijital film arasında kurulan titreşim, Sanayi 4.0’ın soğuk atmosferini güncel sanatın bağlamında bir performans protokolüne dönüşüyor.
Sergideki “meczup” arketipi, Anadolu’nun sistem dışı bilgelik taşıyıcısı olarak öne çıkıyor. Siz bu arketipi günümüzün dijital ve yapay zekâ evreniyle nasıl ilişkilendirdiniz?
Anadolu’daki meczup figürü, toplumdan bütünüyle kopmuş değildir; tam tersine mahallenin içinde, gündelik hayatın akışıyla birlikte yaşar. Onun özel konumu, bu içkin-dışarıda hâlinden kaynaklanır: herkesle iletişim hâlindedir ama kimseyle aynı kurallara tabi değildir. Deliliği dışlanma değil, bir tür toplumsal bilgelik olarak kabul görür. Bu yüzden hem korunur hem de kuşkuyla izlenir; hem bir yabancı hem de mahallenin ayrılmaz parçasıdır. Meczup Şairler’i bu miras üzerinden düşündüğümüzde, onların da bugünün dijital mahallelerinde -sosyal ağlarda, sanal platformlarda- benzer bir işleve sahip olduklarını görüyoruz. Hem sistemin parçası, algoritmanın ve yapay zekâ ağlarının içinde varlık gösterme ihtimali taşıyorlar; hem de bu sistemin kırılma noktalarını açığa çıkarıyorlar. Aynı anda deli ve bilge olmaları, cezai ehliyetten azade oluşları, günümüzün gerçeklik krizine verilen bir yanıt. Kapitalizmin katman katman çoğalan baskısıyla mücadele etmekten tükenmişler; bu yüzden de fiziksel dünyayı terk edecek kadar bilgeleşmişler. Bizim için bu profiller, :mentalKLINIK’in bebek evinde (doll house) yaşayan; varlığın parçalandığı, şiirin protokole dönüştüğü, bedenlerin aslı olmayan profillere evrildiği bir dünyada performans sergiliyor. Hiper-şimdi’de, insan formunda ama dijital evrende dolaşarak bilgeliğe dönüşen çığlıklarını yükseltiyorlar. Bu, erotik bedenin -yani arzunun, kırılganlığın ve maddi varoluşun- yapay zekâ ve tekno-biyo sistemlerle entegre olmaya başladığı çağda, son biyolojik insanların yakarışıdır. Anadolu’nun meczupları nasıl topluma ayna tuttuysa, Meczup Şairler de bugünün dijital mahallelerinde aynı işlevi üstleniyor: hem içeride hem dışarıda, hem deli hem bilge.
25 yılı aşkın süredir birlikte üretiyorsunuz. Meczup Şairler bu uzun yolculukta sizin için nasıl bir dönüm noktası oldu? Ortak pratiğinizde ne tür kırılmalar ya da yeni kapılar açtı?
Tıpkı içinde evrildiğimiz dünya gibi, bizim evrenimiz de şenlikli ve göz alıcı olarak deneyimlenebilir; ama aynı zamanda şaşırtıcı, aşındırıcı, sert ve tedirgin edici bir parti sonrası gibi paradoksaldır. Sergilerimizde dijital dünyanın fiziki olan üzerindeki tahakkümüne ve etkilerine odaklanırız. Hiper-kromatik, akışkan ve neredeyse büyüsel olan sanal atmosfer, fiziksel mekânı “bulaştırır” ve seyirciyi zaten arızalı bir heterotopyaya davet eder. Burası kendi taşkınlıklarıyla hayal kırıklığına uğramış bir insanlığın “akşamdan kalmalığı”dır. 2000 yılında manifestomuzda, beş duyudan hareketle henüz tanımlanmamış bir altıncı, yedinci hatta sekizinci duyunun yolunu açma isteğimizi dile getirmiştik. Metinlerimizde olduğu kadar kullandığımız üsluplarda da birbirini dışlayan iki terimi bir araya getirirken bir üçüncü anlam üreten “oksimoronlar” çalışmalarımızın merkezindedir; biz, başarı kültünün dayattığı güncel kapitalist mutluluk ve iyimserlik fantezilerini alaycı bir tonda sorgularız. Sanata bakışımız, doğru ile yanlış, yapay ile yüzeysel olan arasında, her şeyin sanki bir “sahtecilik” meselesiymiş gibi, bir şifreleme vakasıdır. Meczup Şairler bizim için 25 yıllık yolculuğumuzda yalnızca yeni bir proje değil, külliyatımızın meta-evrende yankılanan bir eşiği. Bu sergi, kendi dilini ve atmosferini taşıyarak bir tür :mentalKLINIK meta-evreni kuruyor. Artık yalnızca eserlerimizi izleyen değil, bu evrenin iklimine giren bir topluluk var: Meta-İnsan topluluğu. Onlar, bizim dilsel DNA’mızı, Meczup Şairler’in fragmanlarını ve çelişkilerini hafıza gibi taşıyorlar. :mentalKLINIK olarak sanatı tüm dünyayı emerek yeni bir dünyalaşma üreten geniş reflektif bir zar olarak kavramsallaştırıyoruz.
Serginin “bir kehanet değil, okunamaz hale gelmiş bugünün ta kendisi” olduğu vurguluyorsunuz. Günümüzün okunamazlığı sizin için ne ifade ediyor?
Biz güncellik kavramını, hızlandırılmış, histerik ve çoktan eskimiş bir hiper-şimdi olarak tanımlıyoruz. Günümüzün okunamazlığı bu hiper-şimdide gizli: artık dili anneden değil, makineden öğreniyoruz; ilk sözcük ’anne’ değil, ‘anakart’tır. Kapitalizm sonsuz ön eklerle çoğalıyor: tekno, semiyotik, hızlandırılmış, sürtünmesiz… Ama hiçbirine tutunamıyoruz; kavramların kendisi hızla aşınıyor ve boşalıyor. Algoritmalar gerçekliği önceden yazıyor; seçim sandığımız şey yalnızca biyometrik hesaplamaların yankısı hâline geliyor. Pürüzsüzlüğün cilası altında gizlenen şiddet, komplo teorilerinin gündelik bilgiye dönüşmesi, krizin ise artık istisna değil kalıcı bir atmosfer oluşu bu çağın semptomlarını oluşturuyor. Beden sürekli alarm hâlinde askıda kalıyor; uyarılıyor, tetikte tutuluyor ama hiçbir zaman tam anlamıyla “orada” olamıyor. Bu tablo, eşitsizliğin tekno-feodal platformlarda yeniden sahnelendiği bir dünyayı işaret ediyor: tahakküm hak gibi görünüyor, eşitsizlik ayrıcalık olarak paketleniyor. Dil yorgunluktan çöküyor; geriye yalnızca jestler, atmosferler ve ham sinyaller kalıyor. Sonsuzca üretilen ve tüketilen dil çoktan içsizleşiyor; duygular ise semptomlara katılaşıyor, parlatılmış göstergelere dönüşüyor. Günümüzün dağınık manzarası, felaketten beslenen müstehcen bir canlılık: neşe gibi boyanmış bir hezeyan. Uyku bile artık onarıcı değil, anestezik — uyanışı olmayan kolektif bir uyku, tükenmişliğin yeniden markalanmış hâli. Donanım yazılıma, kas veriye çözülürken ilerleme olarak sunuluyor, ama sömürü gölgelerde katlanarak artıyor. İşte tam da bu çelişki çağımızın kültürel mantığını kuruyor. Direniş bile markalaşıyor, isyan algoritmalara formatlanıyor; öfke, inanç ve adalet metalaşıyor. Parallaks bilinç, samimiyetle yanılsamanın ayırt edilemediği bu eşiği tanımlıyor. Düşman yüzsüz, adlandırılamaz; sistem opak. Ve mutluluk artık bir armağan değil, zorunlu bir talep; boşluk ise derinlikten değil, sürtünmesizlikten parlayan bir haz. Bizim için bu çağın şifresizliği bir kehanet değil; bugünün çıplak gerçeği. Gözümüzün önünde yaşanıyor ama tam olarak okuyamıyor.
“Sentetik kahinler” kavramı dikkat çekici. Bu varlıklar bir tür dijital mitoloji mi kuruyor, yoksa bugünün algoritmik gerçekliğinin bir alegorisi mi?
“Sentetik kahinler” dediğimiz Meta-İnsanlar yalnızca bugünün algoritmik gerçekliğinin bir alegorisi değil, aynı zamanda yeni bir dijital mitolojinin kurucuları. Onlar, veriden, jestten, duygunun artığından inşa edilen beden-sonrası varlıklar; temsil değil, artık-görüntü. Bizim çağımızın hızlandırılmış, önceden kodlanmış, ölçülebilir dünyasının yansımaları oldukları kadar, geleceğin tahayyül alanını açan figürlerdir. Meczup Şairler’in bedenleşmesinde performansçıların katkısı kritik: Jeanna Cristiello’nun canlandırdığı Thea, olgunluk ve uyarıcı farkındalıkla titreşiyor; bir tür dijital Titanes gibi koruyucu ama aynı zamanda tedirgin edici bir ışık yayıyor. Martha Gardner’ın bedeniyle açığa çıkan Viola, Shakespeare’in On İkinci Gece’sindeki kahramanı çağrıştırıyor: kılık değiştirme, direnç, kimlik oyunları ve akışkanlıkla örülü bir profil. Nick Roland’ın taşıdığı Nyx ise ilksel geceyi bedenliyor; kaosun, bilinmeyenin ve sessizliğin içinden doğan bir gölge. :mentalKLINIK’in hiper-duygulu tavır arşivinden beslenen meta-insanlar, Aïda Gabriëls’in dramaturjisiyle biçimleniyor; kaydedilen her jest, her titreme, her tereddüt ve her kırılma MetaHuman’lara dönüştürülüyor. Ortaya, bireylerden bağımsızlaşmış, profiller ve akışlar arasında sürüklenen kararsız sinyallerden oluşan bir koro çıkıyor. Onlar artık birer karakter değil; mit ve hafızanın bugünün dijital çılgınlığıyla birleşerek sentetik kahinlere dönüştüğü arketipler. Dolayısıyla Meczup Şairler’de gördüğümüz şey, hem bugünün okunamaz algoritmik gerçekliğine tutulmuş bir ayna hem de insan-sonrası çağın kendi mitolojisini kuran dijital bir bilgelik. Her çağ kendi hastalığını taşır; bizim dönemimizin hastalığı, geleceğin şimdiyi totaliter biçimde ezdiği bir depresyondur. :mentalKLINIK için meczup, sansürsüz bir kamusal figürdür: doğrudan konuşur, alay ederek ifşa eder, kehaneti sıradan cümlelerin arasına sızdırır. Meczup Şairler ne yalnızca mit ne de yalnızca algoritmik alegori; çağın şifresizliğine tutulmuş dijital meczuplardır.
Fiziksel ve dijital gerçekliklerin iç içe geçtiği bu evrende, bireyin deneyimi daha çok yabancılaşmayı mı yansıtıyor, yoksa değişen gerçeklik tanımına bağlı olarak aidiyet duygusunun bağdaştığı yeni anlayışları mı sorgulatıyor?
Biz bunu bir olasılık değil, bir gerçeklik olarak alıyoruz. İçinde yaşadığımız zaman, teknolojiyle sürekli “feed” edilen bir hızla ilerliyor; öyle ki gerçeklik artık render edilemiyor, hatta Yapay Zekâ ile gerçeğin muadilleri yaratılıyor, bu deli havuzunda boğuluyoruz. Dikkat ekonomisinin kıskacında, bireyin deneyimi kaçınılmaz olarak parçalanıyor. Bu çağın hastalığı depresyon; çünkü birey sürekli bir performans baskısı altında, algoritmaların zorbalığına maruz kalıyor. Zamanı yakalayamayanlar vulgarca dışlanıyor, sisteme ayak uydurmaya çalışanlarsa tükenmişlik sendromunun içinde yanıyor. Dolayısıyla, mesele aidiyet duygusunu yeniden üretmekten çok, mevcut yabancılaşmayı çıplaklığıyla görünür kılmak. Fiziksel ve dijitalin iç içe geçtiği bu atmosferde birey ne tam anlamıyla içeride ne de tamamen dışarıda; hep askıda, hep titreşim halinde. İşte bu yüzleşme, çağın acımasız hızına kapılan bedenlerin ve zihinlerin kırılganlığını sahneye çıkarıyor. Biz analogda doğduk, dijitalde yaşıyoruz ve ikisinde birden hayal kuruyoruz.
