Sıfır K, Don DeLillo, Çeviren: Emirhan Burak Aydın, Siren Kitap, Roman, 214 Sayfa
Sıfır K, babası ile mesafeli bir ilişkisi olan ve oradan oraya savrularak yaşayan Jeffrey Lockhart’ın babasının daveti üzerine, ölümü kabul etmeyen ultra zenginlerin kurduğu bir merkeze ziyareti ile açılıyor. DeLillo, varoluşun en temel unsurunu korkusuzca deşen bu romanda, onu çağdaşlarından ayıran kendine has anlatıcılığıyla zamanımızın bir resmini çiziyor ve eski bir soruyu yeniden ele alıyor: Niçin yaşıyoruz?
Hiçkimse Koyu’nda Bir Yıl, Peter Handke, Çeviren: Ayşe Selen, Everest Yayınları, Roman, 560 Sayfa
Hiçkimse Koyu, yalnızlığın ve dinginliğin iç içe geçtiği hem saklanılan hem de içsel dönüşümlerin filizlendiği bir sığınak. Bu koyda geçirilen bir yıl, aslında koca bir ömrün metaforu: Gündelik hayatın sıradan görünen anlarında saklı olağanüstülüğü keşfetmenin edebi izdüşümü. Nobel ödüllü Peter Handke okuyucuyu zamanın, mekânın ve benliğin sınırlarında bir içsel yolculuğa davet ediyor.
Levanten, Eric Ambler, Çeviren: Lâle Akalın, Yapı Kredi Yayınları, Roman, 240 Sayfa
Kıbrıs’ta doğan, Doğu’ya da Batı’ya da tam anlamıyla ait olamayan Michael Howell, ailesinden miras kalan Orta Doğu işlerini başarıyla yöneten ve bürokratik hileleri iyi bilen biri. Ama bir gün kendini kâbusun ortasında buluyor. Levanten, okuyucuyu Orta Doğu’nun karmaşık politik atmosferine sürükleyen müthiş bir macera.
Gülün Adı ve Ortaçağ, Yelda Gürlek, Kafka Kitap, Araştırma, 228 Sayfa
Umberto Eco’nun dünyanın her köşesinden yüzbinlerce okura ulaşan Gülün Adı adlı yapıtı, sadece bir polisiye roman değil, aynı zamanda önemli bir tarihi roman ve postmodernizmin de seçkin bir örneği. Çevirmen Yelda Gürlek’in titizlikle araştırıp kaleme aldığı bu eser, Gülün Adı`nı tüm alt metinleriyle, rahatça anlayarak okumanızı sağlayacak bir rehber olma niteliği taşıyor.
Csutora- Şahsiyetli Bir Köpeğin Hikâyesi, Sándor Márai, Çeviren: Tarık Demirkan, Can Yayınları, Roman, 184 Sayfa
Her şey burjuva bir kocanın, eşine son anda bir Noel hediyesi olarak yavru köpek getirmesiyle başlıyor. Başlangıçta evdeki herkes köpeğin büyüsüne kapılıyor, ona bir biblo gibi davranıyorlar. Özgürlüğüne düşkün Csutora’ysa evcilleştirilme çabalarına isyan ediyor, eğilip bükülmeden kendi bildiğini okuyor. Macar edebiyatının usta kalemi Márai’den dokunaklı olduğu kadar komik, anarşist bir köpek romanı.
Palmiye Şarabı Müptelası, Amos Tutuola, Çeviren: Bahar Ulusoğlu, İthaki Yayınları, Roman, 96 Sayfa
Palmiye şarabı müptelası genç bir adam, içkisini sağlayan palmiye şarabı toplayıcısının ölümünden sonra, onu geri getirme arzusuyla ölüler diyarına doğru yola çıkıyor. Tılsımların ve mitik güçlerin yardımıyla bu macerasını tamamladığında okurun zihninde Afrikalı bir Herakles’in büyüleyici ibretlik masalı kalıyor. Palmiye Şarabı Müptelası, bir yandan düşle gerçek arasındaki bir arayış ve diğer yandan büyülü gerçekçiliğin âdeta en saf, en tuhaf hali.
SANAT KİTAPLARI
Direnişin Formu ve Kendisi Olarak Sanat, Barış Acar, Livera Yayınevi, Sanat, 144 Sayfa
Direnişin ne için yapıldığından ya da taşıdığı mesajdan daha önemli olan bir şey var: “Direnişin formu”. Neden insanlar kendilerini ifade etmek için sanatsal yollar seçiyorlar? Çünkü sanat, toplumun içinde toplumun akışının aksi yönünde çalışarak yeni olanakları ortaya çıkartıyor. Sanat, hiçbir şey değilken direnişin kendisi aslında.
The Persistence of Masks: Surrealism and the Ethnography of the Subject, Joyce Suechun Cheng, University of Minnesota Press, Sanat, 256 Sayfa
Sürrealizmin her zaman örtük olarak etnografik olduğunu ortaya koyan Cheng, ezeli rakipler Breton ve Bataille arasındaki derin yakınlıkları açığa çıkarıyor, psikiyatrinin sürrealizmin sıradan etnografisindeki yeterince kabul görmeyen rolünü vurguluyor. Etnografik sürrealizmin kapsamını genişleten bu nefis kitap; şiir, sanat ve kültürdeki bu çok yönlü hareket hakkındaki köklü inançlara meydan okuyan yeni bakış açıları sunuyor.
MARCUS GRAF: “Klasik sanatın dönüşümünü biçimsel ve düşünsel katmanlarıyla takip etmek istedim”
Akademisyen, küratör ve sanat yazarı Marcus Graf’ın, 13. yüzyıldan 19. yüzyıla dek birbirinden önemli yirmi sanatçıyı ele aldığı metinlerinden oluşan Klasik Sanat Kafası, okuyucuyu Rönesans’tan Neoklasizme uzanan uzun soluklu bir yolculuğa çıkarıyor. Yirmi sanatçının ve eserlerinin, üretildikleri dönemden günümüze dek korudukları önemi, tüm sanatsal ve sosyokültürel gerçekliğiyle ortaya koyuyor. Marcus Graf’la, yeni kitabına dair konuştuk.
MERAL TABAKOĞLU: Rönesans’tan Neoklasizme kadar geniş bir yelpazede sanatçılara yer veriyorsunuz. Bu seçim sürecinde önceliğiniz ne oldu?
MARCUS GRAF: Klasik Sanat Kafası’nda yalnızca sanat tarihinin “büyük ustalarını” sıralamak gibi bir amacım yoktu. Aksine, klasik sanatın dönüşümünü hem İtalyan hem de Kuzey Avrupa geleneği üzerinden, biçimsel ve düşünsel katmanlarıyla takip etmek istedim. Seçim sürecinde önceliğim, sanatçıların yalnızca estetik ya da teknik başarıları değil, aynı zamanda kendi dönemleriyle kurdukları eleştirel ve yaratıcı ilişkilerdi. Bu yüzden Giotto ile başladım; çünkü onunla birlikte sadece bir üslup değil, sanatçının tarihsel özne olarak ortaya çıkışı da başlıyor. Ardından Botticelli’nin ideal güzellik anlayışı Da Vinci’nin düşünsel derinliği ve Bosch’un karanlık alegorileri gibi birbirinden çok farklı yaklaşımları iç içe geçirdim. Kitaptaki yirmi sanatçıyı, klasik sanatın gelişim çizgisi üzerinde birbirine bağlayan şey, onların kendi çağlarını hem yansıtan hem de dönüştüren yaratıcı pozisyonları oldu. Benim için temel kriter, sanatçının bir “zaman aynası” olmanın ötesine geçip, bugünün izleyicisine de hâlâ bir şey söyleyebilecek güce sahip olmasıydı.
Kitabınızda sanatın üretildiği dönemin toplumsal gerçekliğini de aktarıyorsunuz. Okurlarınızın klasik sanatla ilgili en çok şaşıracağı ayrıntı sizce nedir?
Sanat tarihine uzaktan bakıldığında klasik dönem eserleri çoğunlukla “güzellik”, “uyum” ve “yüksek estetik” kavramlarıyla anılır. Oysa bu eserlerin büyük bir kısmı, üretildikleri dönemin ideolojik, sınıfsal ve politik çatışmalarının içindedir. Sanat, her zaman kendi zamanının çocuğudur. İçinde üretildiği toplumu hem yansıtır hem de sorgular. Bu yüzden döneminin sanat dünyasına, iktidar yapılarına, inanç sistemlerine ve değer yargılarına dair eleştirel bir perspektif sunar. İşte tam da bu nedenle, bir sanat eserini analiz ederken ikonografi ve ikonolojiden yararlanırız: İkonografi, sanatçının kullandığı sembolleri çözümlememizi sağlayan yöntemdir; ikonoloji ise bu sembollerin içinde şekillendiği tarihsel ve sosyopolitik bağlamı inceleyerek, sanatçının niyetini, bakış açısını ve çağının ruhunu anlamamıza yardımcı olur. Bu iki yöntem birleştiğinde, bir eserin yalnızca teknik ya da estetik değil, aynı zamanda kavramsal ve düşünsel düzlemlerine de ulaşabiliriz. Sanırım okurları en çok şaşırtacak şey, klasik sanatın aslında ne kadar katmanlı ve ne kadar politik olduğudur. Örneğin Caravaggio’nun sert ışıkları ve dramatik figürleri yalnızca bir stil değil, döneminin ahlaki ikiliklerine ve sosyal gerginliklerine bir cevaptır. Veya Watteau’nun aşk dolu pastoral sahneleri, gerçekte kaybolmakta olan bir aristokrat sınıfın nostaljik fantezilerini temsil eder. Kısacası: klasik sanat, hiçbir zaman sadece “güzel” olmakla yetinmemiştir ve sanıldığından çok daha politik bir alandır.
Klasik Sanat Kafası-Rönesans'tan Neoklasizme, Marcus Graf, Hayalperest Yayınevi, Sanat Tarihi, 140 Sayfa