Arama
E-bülten
E-bülten
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Arama
Kültürel Miras ve Müzeler
Haber

Murat Morova: “Bir hayatı, hayat yapmışım galiba”

Sanatçı, galerici ve koleksiyonerinden oluşan üç ayaklı yazı dizisinin ilkinde sanatçı Murat Morova ile çocukluğundan başlayarak yaşamının dönüm noktalarına, beslendiği kaynaklara, eserlerinin hikayelerine ve yaşamla kurduğu bağa uğrayan, yer yer bize de ortaklıklar sunan çok duraklı bir sohbet ettik.

Seren Erciyas
15 Eylül 2025
Fotoğraf: Barış Acarlı

Fotoğraf: Barış Acarlı

Bir sanatçı, onu temsil eden galeri ve sanatçının tutkunu bir koleksiyoner... Üç ayaklı bu yazı dizisinin ilk konuğu sanatçı Murat Morova. Bizi, “burada her şey serbest” diyerek karşıladığı evindeyiz. Yazın en sıcak günlerinden biri. Çalışma odasının zemininde bir vantilatör, sıcağı dağıtmak için kendini paralarcasına dönüyor. Koltuklara kurulmuşuz ama bizim de başımız hiç sabit değil; bakışlarımız kitaplık, duvara asılı çerçevelerin taşıdığı çizimler, kaç kuşak aile resimlerinin durduğu masa, manzarayı bölen deniz arasında gidip geliyor ve en nihayetinde, tüm ev sahipliğiyle demlediği kahveyi balkondaki masaya bıraktıktan sonra çalışma koltuğuna kurularak bir sigara yakan Murat Morova’da sabitleniyor. Basında sık rastladığımız bir isim değil. Bilgimiz, sayılı röportaj ya da söyleşisinde bahsettikleriyle ve elbette sanatını bildiğimiz kadar kısıtlı. Çünkü derdini sanatıyla anlatmak Murat Morova için yeterli. Diğer zamanlarda kendiyle, bir dert edinmek ve bu dertle yoğrulmakla meşgul.

“Çok uzun yıllardan beri bir şeyi düstur edindim: Hiçbir şey için öneri ve onaya ihtiyacım yok. Tahammülüm de yok. Hiçbir şeyi paye olarak alıp kabul etmeye de ihtiyacım yok. Hayatın kendiliğinden sana verdiği itibar duygusuna ara ara garip nedenlerle şahit oluyorum. O bana bir gurur ve böbürlenme değil tam tersine müthiş bir şükür noktası veriyor.”

Haliyle merakımız çok büyük. 71 yaşında, uzun boylu, İstanbullu. Eserleri dünyanın dört bir yanına dağılmış, British Museum, Huda-Samia Farouki Collection, Westdeutsche Landesbank koleksiyonlarına dahil edilmiş. Sanatı; gelenekten, zıtlıklardan, bedenden, İslam ve Sufizmden besleniyor. Yaratılmış her şeye derin bir sevgi besliyor. Olmak çabasıyla hemhal oluyor. Dünyevi dertleri hakikaten de dert ettiği zaman önüne alıyor. Varmanın değil yolda olmanın keyfini sürüyor. Murat Morova’nın kaligrafisi, onu az çok tanıyanlar ya da tanımaya çalışanlar için hemen seçiliyor. Her şeyi bir malzemeye dönüştürebiliyor. Tüm bunlar onu özetliyor özetlemesine ancak bundan daha fazlasını, her cümle ve kelimenin altını doldurmayı istiyoruz. Sahiden Murat Morova kim?

“Kendimi hiçbir zaman kesin tanımlar içerisinde konumlandırmaktan hoşlanmadım. Buna sanatçılığım da dahil. Kendime sanatçı derken bile söylemek istemem, utanırım. Çünkü bu, senin kendine verdiğin bir paye değil, başkalarının sana baktığında gördüğü bir şeydir.”

Önümüze, çocukluğundan başlayarak yaşamının dönüm noktalarına, beslendiği kaynaklara, eserlerinin hikayelerine ve yaşamla kurduğu bağa uğrayan, yer yer bize de ortaklık noktaları sunan çok duraklı bir hoş sohbet seriyor.

Fotoğraf: Barış Acarlı

Çocukluğum benim ülkemdir

“Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun” der bir şiirinde Sezai Karakoç ve çocukluğunu hiç kurumayan bir kaynak gibi içinde tutar hep. “Çocukluğum benim ülkem” diyen Murat Morova’nın da hiç tükenmeyen ilhamının kaynağı bu. Kendi kendini yetiştiren her çocuğun büyüdüğünde yaptığı gibi… 5 yaşında babasını kaybettikten sonra annesi, anneannesi ve büyükannesiyle büyüyor. Dört kuşak aynı evde. Erken kayıp, çocukluğun tüm dengelerini değiştiriyor. Üç kadının üstüne titrediği “müthiş bir ihtimamla” yetiştiriliyor. Yetimlik duygusunu fazla hissetmesin diye kişiliğini hırpalamaktan imtina ediyorlar. Onu mümkün olduğu kadar tolere ediyor, cezalandırmadan çok anlama ve öğretme yolunu seçiyorlar.

“Ben annesiz, babasız büyüdüm, biri fiziken yoktu diğeriyse çalışıyordu. Bana anneannem bakardı. Neticede ne anne ne baba var ve onların kontrol sistemleri olmadan, anneannenin daha özgür ortamında kendi kendimi yetiştirmek ve büyütmek zorundaydım. Kendime bakmışım bütün o yıllar boyunca. Yaşadığım zorlukları eve aksettirecek bir durumum da yok çünkü o mercii yok. Hepsini evelallah halletmişim. Bunu şimdi düşündüğümde görüyorum.”

Sohbet boyunca içimde kurduğum ortaklıklara bir yenisi ekleniyor: Çocukken şikayet etme lüksünün olmaması. Şikayet edemeyen çocuklar, sorunları büyütüyor. Boyunu aşan sorunlar, ilk kez fark etmeye başladığın pembe dünyanın içine bir siyah leke gibi giriyor. Kendi kendini yetiştirmek durumunda kalma, bir kaybın ardından belki de bir kaçış noktası olarak sanata sığınma, evin şefkatinden beslenme ve elbette fıtrat bir araya geldiğinde içe dönmek, dünyasını zenginleştirmek, çocukluğun doğasında bunu farkında olmadan yapmak, büyüyüp de farkına vardığı yıllarda Murat Morova’ya müthiş bir kaynak sunmuş. Çocukluğunu geçirdiği Üsküdar’ın çokkültürlü yapısı, doğası ve eski İstanbul’un sunduklarıyla da beslenen bir kaynak.

“Daha sonra yaptığım işlerde, hayat görüşümde, orada geçen çocukluğumun izlerini buluyorum dönüp baktığım zaman. 50’li, 60’lı yılların İstanbul’u zaten muhteşem ama daha mütevazı insanlarıyla Üsküdar’da, bağlar, bahçeler, mezarlıklarda dolanarak, sahilde denize girerek geçirdim çocukluğumu.”

Sanatının temeli de yine çocukluk yıllarında atılmış:

“Bana en büyük resim sevgisini aşılayan büyükannem ile anneannemdir. Çok güzel nakışlar yapar, benim ilkokuldaki defterlerimin kırmızı çizgilerinin solunu anneannem çiçeklerdi. Büyükannem çok güzel kuklalar yapar, onları oynatır, Karagözler yapar; çok güzel resimler yapar. Ben kendi resmimde kullandığım klasik eğitimde gösterilmeyen bazı teknikleri anneannemden öğrenmişimdir. Müthiş derecede kreatif yanları olan bir kadındı ve benim de bu yanımı çok doyurdular.”

O anlattıkça zihnimizde canlanmaya başlayan uslu ve öğrenen çocuk imgesini hemen yakalayıp bertaraf ediveriyor. Üç kuşağın sağladığı özgürlüğün verdiği yetkiye dayanarak bol bol “kudurukluk” yaptığını söylüyor. “Çok yaramaz bir çocuktum,” derken gülüyor, “rahmetli annem iki kez beni Üsküdar Karakolu’na teslim etti, biz bununla baş edemiyoruz diye,” dediğinde de kahkahayı patlatıyoruz hep beraber. Bu kahkahanın içinde çocuk olmayı başarmanın mutluluğu da var, en azından ben öyle hissediyorum.

“Çok azgın geçmiş bir ilkokul ve ortaokul döneminden sonra ergenliğe girince o çocuk gitti, tam tersi biri geldi. Müthiş derecede melankolik, içe kapanık, odadan çıkmayan, muazzam derecede okuyan, okuyan, okuyan… Herhalde farkına varıyorsun incindiğin yerlerin. İncitecek yerlere mesafeler kazandığın, onları nasıl tamir edeceğine dair bilgiler verdiğin bir dönem oluyor. Çok uzun sürmedi, lisede tekrar kabak çiçeği gibi açıldım.”

Pembeliğin ortasındaki siyah lekenin giderek büyüdüğü ergenlik döneminde, Orhan Kemal, Ara Güler, Theodoros Angelopoulos gibi “ustam” dediği isimleri keşfediyor. “Çocukluğum benim ülkemdir, ait olduğum tek şey. Bu noktada da bütün bu insanlarla çok ufak yaşta hemhal olma şansına eriştim,” diyor. Uzun sohbetimizde ait olduğunu söylediği tek bir şey daha işitmiyoruz çocukluğunun dışında. “Aidiyetlerin, sana dayattığı yaşamak biçimleri ve profiller olması gerekir. Onlara bağlı kaldığında bu sefer kendi içinde hayatınla, dengelerinle ilgili şaşmalar görürsün. Onları çok yaşamak istemediğime karar verdim.”

Ne aidiyet ne mülkiyet, Murat Morova sadece çocukluğuna kökleniyor, kendi coğrafyasına. Nereli derseniz bizce kendisi “çocukluğumlu”.

Fotoğraf: Barış Acarlı

Göle çaldığımız maya tuttu

“Hep sanatla uğraşacağımı biliyordum.”

Murat Morova’nın sanata tutkusu çocukluğunda başlasa da liseden sonra annesinin öğüdünü “dinleyesi tutuyor” ve koluna bir de altın bilezik takıyor. Üniversitede İç Mimarlık ve Endüstri Tasarımı okuyor. Mezuniyetinin ardından ciddi bir iş teklifi alıyor, önemli bir firmanın başına geçiyor. 3 yıl burada çalıştıktan sonra kendi bürosunu açıyor. Toplam 10 küsür yıl iç mimarlık yapıyor ama içinde bir yerde sanatla uğraşacağı günü de bekliyor.

“Çocukluktan beri başka türlü bir şey yoktu. Hep o dünyanın içinde olmak hoşuma gitti. Kitaplar, müzik, sinema… Kağıtlar, kalemler, boyalar… Sanat eğitiminden geçeceğimi bir şekilde biliyordum. O aşamaya da doğal olarak geldim.”

O aşamaya tüm doğallığıyla giden yolun taşlarını dizen; kendi olamaması… “Hayatım” diye kurmak istediğinden giderek uzaklaşması: “O dönemin dergilerine bakınca görürsün beni en şık kıyafetlerim, Louis Vuitton çantalarım ve Rolex saatimle. Niye? Çünkü hizmet verdiğin sınıfın sana teslim olması için onların bir kat üstünde olmalısın. O da beni delirtti işte. Bu değil dedim, kendi hayatım diye kurmak istediğim şey bu değil. Burada bir mask olarak dolaşıyorum ve içimde böyle bir şey hissetmiyorum. ‘Ben,’ dedim ‘burada olmayacakmışım.’ Para dünyasından bir şekilde kopmak mümkün mü? Değil. Kapitalist bir sistemde yaşıyoruz. Değil ama araya mesafe koymak mümkün. Sanat, bana o şansı tanıdı.”

Yıllarca gönülde demlenmiş bir tutku artık ortaya çıkmak istediğinde kendinden başkası önünde duramaz. Adı üstünde, tutku; engel dinlemez. Ama öyle ama böyle, yaşanacak olan yaşanır. Murat Morova da kendi tutkusunun önünden çekildiğinde yolu açılıyor. Sıkı çalıştığı bir dönemin işlerini sanatçı arkadaşlarına göstererek başlıyor. Onu yüreklendirenler, bugün hayattalarsa hallerinden memnun olmalılar.

“İlk kez Beral Madra’nın ‘Genç Sanatçılar’ sergisinde bir-iki işim gözüktü, çok ilgi çekti. Yine Beral Madra’nın küratörü olduğu bir sergiye çağrıldım. Onun akabinde de Urart Sanat Galerisi bana kişisel sergi teklifiyle geldi. Mucize gibi. Urart Sanat Galerisi de o dönemin Nev’i. En iyisi. Bildiğim bütün büyük isimler orada. Öyle başladım.”

İlk sergisi önemli bir başarı elde ediyor, her anlamda. İlgi yüksek, çok da tepki çekiyor zira erotik bulunuyor. Kenan Evren’e kadar şikayetler gidiyor. Fakat Murat Morova halinden memnun. “Hoşuma gitti, gitmedi değil,” derken muzipçe gülüyor.

“Benim de çok başarılı dediğimin altında bu taraf yatıyor, bir şeylerin damarına basmış olmak duygusu hoştu. Onu görünce tamam dedim, göle çaldığımız bu maya tuttu, yoğurt olacak. Büroyu kapattık. Çocuklarla helalleştik. Beni bir sene idare edecek bir parayla resim hayatına başladım. Bu zamana kadar da sadece sanattan kazandığım parayla bu hayatı sürdürüyorum.”

Büroyu kapattığında ne hissettiğini soruyorum. “Büyük bir özgürlük,” diyor, “büyük bir özgürlük…”

“Çok param olmadı, olmasın. Mülkiyetim yok. Çocukluktan verilmiş bir karar. Ev ve atölye kira. Arabam da bisikletim de yok. Hiçbir şeyim yok. Giydiğim çıkardığım bilmem n’aptığım dediğim şeyi o mimarlık yıllarında, 1980’lerde doyasıya yaşamışım, fazlası bile gelmiş bırakmışım.”

İşte gerçek özgürlük bu. Ne mutlu.

Serüveninden memnun olma lüksü

“Geldik, gidiyoruz işte.” Ne çok duydum bu sözü çocukluğumdan bu yana. İlk zamanlar üzerine çok düşünmezdim. Yaşayacağımızı yaşadık, bir gün öleceğiz anlamına gelen, ölümü bekleyen, yapacak bir şeyin kalmadığını imleyen bir büyük sözüydü. Fakat bugün baktığım yerden anlıyorum ki yaşamak dediğin, dünyaya geldikten sonra yürüdüğün dere tepe, inişli yokuşlu, dikenli dikensiz sonu belli bir yol sadece. Ölümü beklemiyoruz ama ona doğru yürüyoruz. Sadece yürüyoruz. Gündüz ve gece. Yolda ne görürsen, kârın da o. Görmezsen zararda mısın, kimse bilemez bunu. Üç kelimeyle ne çok anlam.

“Hiçbir zaman hedefe kitlenmemişim, hedef diye bir şey koymamışım kendime, o enteresan. Her yaptığım şeyde yolda olmak duygusu bana daha enteresan gelmiş. Bir yere varmak, o yolun aslında tesadüflerini, güzelliklerini, keyfini kaçırabilir; çok kitlenirsin ve dümdüz şekilde… İşin içine hırs da girer, yolu tamamlama hırsı, “başarma” denilen şey. O hırs, kibir belli bir zaman sonra insanın gözüne başka perdeler indirebilir ve yolda kaybettiğin şeyler de olabilir; farkında olmanı gerektiren, sana ufuk açacak şeyleri görmeni engelleyebilir. Onu yapmamışım. Öyle bir hedefim olmamış. Hayatın getirdiği bütün o yol içindeki değerli değersiz her şeyin keyfini çıkarmışım. Karar mekanizmalarımda onlar kendiliğinden devreye girmiş. Zaman içinde gördüğüm, bu bana müthiş bir vefa duygusu getirmiş. Bugün geri dönüp baktığımda zamanında başıma tatsız şeyler getirmiş olayların, kişilerin, hepsinin tuhaf bir şekilde kıymetlerini biliyorum.”

Tüm sohbette Murat Morova’nın hiç dile getirmeden söylediği de bu: Geldik, gidiyoruz işte. Hırsın, kibrin bir değeri yok. Değerli olan insan olmak. Olmak. Tasavvufa merakı, yaptığı okumalar da bu hali ve sanatını besliyor.

“Yaş aldıkça geriye dönüp baktığında, hayatı hayat yapan, kendine ait olan yol ayrımlarını, çatallandığı yerlerde yaptığın tercihleri, köşe taşlarını daha sonra tespit edebiliyorsun. Hata dediğin şeyler aslında hata değilmiş. Çok da benim keşkelerim olmamış. Olmamış. Hiç olmamış. Çünkü tasavvufla ilgilenmeye başladığımda da bu benim için ufuk açıcı oldu.”

Kimseye kırgın kalmamak da bir özgürleşme biçimi. Geçmişi kurcaladığında çıkardıklarından yük değil de ilham yaratabilmek de öyle. Yaşadığın hayattan memnun kalabilme zorluğu, bu özgürlükle aşılabiliyor. Böyleyken siyahlar pembeleri yutamıyor.

“En yaralandığım yerden bile daha sonra kazandığın bir şey olduğunu görüyorsun. İçimi acıtmamışım, acıtmamışım. Bu yüzden memnunum galiba bütün o serüvenden.”

Kafama bir kavram takmış oluyorum

Tüm bunları neden konuştuk? Sahiden Murat Morova’yı tanımak için. Bundan sonra sanatına bakarken bu süzgeci kullanabilmek, kendi ifadesiyle “kafasının nasıl çalıştığını” anlamak, gönül telini titreten meselelerle kurduğu ilişkiyi görebilmek için. Peki, Murat Morova çocukluğundan, kendi coğrafyasından, bu coğrafyanın geleneğinden, tasavvuftan nasıl ve başka nelerden beslenir?

“Olayların heterodoks kısmıyla ilgiliyim. Ötekileştirilmiş, batınileştirilmiş, yok sayılmış, çarpıtılmış, daha muhalefet eden kısımlarıyla -ki bu Türkiye coğrafyasında Müslümanlıktan bahsediyorsak alevi Bektaşi heterodoksisinin itirazlarıyla ilgili. Çünkü o ikonografinin, felsefenin itirazlarını bugünün problematiklerine çok denk düşürüyorum. Bu, şunu da beraberinde getiriyor, bir şeyi aktarırken ikili durumun iki tarafını da aynı ölçüde bilme ve vakıf olma hakkın olmalı. Yoksa öteki türlü çalakalem birinin lehine, ötekinin aleyhine bir durum ortaya koyamazsın. Tüm geleneğe bakıyorum, Bizans ikonu da beni ilgilendiriyor; Göbeklitepe de Hitit de İyon medeniyeti de… Bu coğrafyanın insanı olarak Rum kültürünü de bilmek istiyorum, oradaki ara kesitleri de… Bu coğrafyanın sesi, dokusu olan her şeye karşı bir birikmen oluyor. O birikmeni, şu sergide kafam şuralarda dolaşmak istiyor dediğinde ona hizmet edecek olan fon renk armoni gelenekten toparladığın şeyler hangisiyse onu büyütüyor, onu kullanıyorsun.”

Beslendiği kaynakların elbette ki telkinini de kendi özünde buluyor. Eşitlik, adalet, vicdan ve merhametten yana olmayı seçiyor. Kardeşçil ve barışçıl olmanın gerekliliğine inanıyor. Bunların merceğinden baktığında gördüğü tüm hikayeleri sahipleniyor: “Ben böyle değilim dediğinde, kişisel kimlik olarak aidiyetini tanımlarken, oralardan sızmış ve sana tesir etmiş şeyleri tam ayırt edemeyebilirsin ki. İnce Memed okumuşsun, Kürt değilsin ama o hikaye senin kalbine dokunduysa, seni değiştirdiyse senin hikayendir.”

Üzerinde “Turkish Delight” yazan kutunun içinde dizili kurşundan harem kadınlarının ağırlığı, Kurban Bayramı için bir bahçede bekletilen bir koyuna gökten çiçek indiren meleğin şefkati, Yassıada’da kaçak yollardan açılan pankartın isyanı, Beyoğlu’nun arka sokaklarından toplanmış muzır neşriyatın dokunduğu tüm ötekileştirilenlerin sanatçının elinden bize doğru bakan inkar edilemez varlığı, geyik boynuzundan bir çerçevenin ortasında boylu boyunca uzanan boynuzsuz bir geyiğin sessizliği. Hepsinin merkezinde sanatçının vicdanı, tekniğindeyse geleneğin izleri var.

Fotoğraf: Barış Acarlı

“Bana ait ikonografiyi sürekli kullanırım. Eli belinde, eli belindedir. O coğrafyanın artık birer konu olmuş şeylerine gösterdiği sadakati ben kendi işlerime göstermeye çalışıyorum. Hiçbir zaman normal insan figürüne gitmiyorum, figür kullanacaksam benim figürlerim artık bu. Benim üstümden okumayı da kolaylaştırıyor, beni tanıyan bilen gözlerin senin işin mi duygusunu yakalayabilmesini kıymetli buluyorum.”

Şehirde aylaklık etmenin de besleyici bir yanı var. Önceden hazırladığım sorular arasında yürümeye dair fikrini sormak bana göz kırpıyor ancak sohbet akarken Murat Morova kendiliğinden oraya geliyor. Şaşırmıyorum zira yaratıcılığın ilk adımı aynı zamanda kapıdan dışarı çıkarken attığın o ilk adımdır. Bu aşık olduğu şehirde bol bol yürüdüğünü anlatıyor.

“Flanörlük özgürlüğü müthiş bir şey. Başka hiçbir yerde yaşamayı düşünemem, çok severim İstanbul’u. Herkesin şikayet ettiği kaotik yapısı beni çok ilgilendiriyor. Tarihsel değerleri, kadim duyarlılıkları, kültürel katmanlarının hepsine son derece saygı duyuyor ve keyif alıyorum. Aynı şekilde bugün ne oluyor diye sabah kalkıp Güngören’e de gidebilirim, Bağcılar’a da. En yakası açılmadık yerlere de burnumu sokmak istiyorum. İnsanlarla karşılaşmak hoşuma gidiyor, hiçbir temsiliyet taşımadan, o koşullar içerisinde kurduğum diyaloglar da beni çok besliyor. Hepsinin sonra içimde bir çekmeceye yerleştiğini hissediyorum.”

Bu yürüyüşleri genelde kafasına taktığı bir kavram eşliğinde yaptığını söylüyor. Her sergisi bir dizi, dizideki her eserin birbiriyle bir bağı oluyor ve hepsi bu kavram etrafında gelişiyor.

“Sergi tarihinden iki sene önce haberim oluyorsa diyelim, 2027’ye kadar olan bütün zamanda o sergiye farkında olmadan hazırlanıyorum. Benim işlerimin mutfak çalışması çok uzun sürüyor: geziyorum, tozuyorum, ona bakıyorum, bunu okuyorum, kafama bir kavram takmış oluyorum tabii. Kurcalayan şeyler oluyor, birini çekiyorum önüme, oralarda dolaşıyorum. Konjonktür olabiliyor, insanların geldiği bir nokta olabiliyor, gündemi ne rahatsız ediyorsa o yıllar içinde. En çok, avare geçirdiğim o zaman beni besliyor. Yoksa pratik anlamda bir sergiyi üç ay içerisinde çıkarıyorum. Ne ebatta sunacağımdan tut, ne rengi kullanacağım, nasıl aktaracağım ve yerleştireceğime kadar. Tak tak tak, biter yerleştirmesi.”

Galeri Nev İstanbul’un kurucusu Haldun Dostoğlu’dan da duyduğumuz bu oluyor: “O her şey kafasında hazır geliyor. Neyi nereye asacağı, duvarın renginden tutun etrafında nasıl olacağı, hangi sırayla asılacağını düşünerek çalışıyor.” Bir sanatçıyı “iyi sanatçı” yapan şeylerden birinin de bu titiz çalışma biçimi olduğunu konuşuyoruz.

Peki, izleyicinin eserlerine atfettiği anlamlara yaklaşımı nasıl? Öyle ya, bir eserin bize çağrıştırdıkları, hissettirdikleri ve bizi alıp götürdüğü dünya ne kadar bambaşka ise, zihnimizde ne kadar eserin asıl anlatmak istediğiyle arasına mesafe koyarsa, o kadar imtina ederiz dile getirmekten. Anlamaktan, anlamlandırmaktan korkmak, bunu başardık diyelim dile getirmekten çekinmek, sanat ve sanatçı ile izleyici arasına ciddi mesafeler örüyor. Murat Morova’nın anlamlar dünyasında ise bu korkuya yer yok. Her bakış, bu dünyayı zenginleştirebilecek bir kaynak aynı zamanda. Nitekim onun sanatı da kendine has doğası gereği yoruma açık hatta biraz ileri giderek, anlamlarına kavuşması için buna da pozitif anlamda muhtaç.

“Sanat yapıtı çok tanımlı olmamalı, hele kendi sınırlarını bağırmamalı. Çok katlı anlamları olmalı kendi içerisinde ve o katlı anlamlarını izleyiciye sunarken öyle bir noktada durmalı ki onun, kendi sözünü didaktik olarak bu son sözdür gibi algılamasına mani olmak durumunda kalmalı. Herkesin kendi metin okumasına da imkan tanımalı. Çünkü değerli olan o. Bazen işlerimi izlemeye gelenler utana sıkıla ama ben bunu böyle anladım dediğinde çok heyecanlanıyorum. Yüreklendiriyorum çünkü benim görmediğim bir noktayı da yakalamış olabilir. Doğru yanlış, değerli değersiz, hiç önemsemiyorum. Farklı pencereden bakmak, benim hiç ummadığım bir şeyi söylemek ya da söylediğimin tersini orada görmek zihin açıcı. Hepsi ilginç, hepsi hayata dair. Aşırı derecede sloganlaşmış şekilde bu kadar söylerim ve budur gibi buyurgan bir tavrı hiç benimsemedim. Sanatçı olarak sen belli bir kibir duygusuyla, yukarıdanlıkla ‘bakın ben neler yaptım, görmediğiniz neler gösteriyorum’ edasını içselleştirmişsen ve öyle sunuyorsan o karşı tarafa da geçiyor. Ve seni de zenginleştiren hiçbir şey olmuyor. Hiçbir zaman o ast-üst ilişkisini hissettiren olmak istemiyorum. Oradaki izleyicinin benim işime karşı yaklaşımında öğretmen tavrı değil, o atmosferin merhabalaşması, yollarımız ayrıldığında o anki beraberliğin bize kattığı, neyi beraberimizde alıp götüreceğiz, neyi hatırladığımız zaman artı değer kalacak bu kısmı önemli.”

Bir hayattan ömür çıkarmak

“Bir hayatı biyolojik olarak yaşamak da mümkün ondan bir ömür çıkarmak da. Bir hayatı hayat yapmışım galiba diyorum.”

Sohbetin sonuna doğru, Murat Morova bize limonata ikram ediyor. Kahve, limonata, küllüklerde biriken sigaralar, yüzünü balkona dönen güneş, Morova’nın gönlünden süzülüp de sohbete karışan her şey, bu yazıyı özgürce yazabilmenin de ilhamı oluyor.

“Kimden ne zaman ne aldığımızın, kime ne vefa duyduğumuzun kayda geçmesi gerekmiyor. O hayatın içinden seni bulması gerekiyorsa geliyor buluyor. Değerli olan da bu. Gönül gözünün açık olması meselesi. Hakikat dediğimiz şey orada duruyor, sen buna fincanını uzatırsan fincanın dolar, kazanını uzatırsan kazanın dolar. Herkes kendi kabı kadar alır. Argoda sevdiğim bir laf vardır, ben sözümü ortaya koydum alan alır almayan da kendi bilir.”

Heybemi doldurmak için geldiğim evden koca bir kazanla çıkıyorum. Alan çok memnun, satanın da öyle olduğunu umuyorum.

Kültürel Miras ve MüzelerKültür-SanatSanatçıGündem
E-bülten
Art Newspaper Türkiye
Hakkımızda
Çerez Aydınlatma Metni ve Politikası
Kişisel Verilerin Korunma Politikası
Aydınlatma Metni
Açık Rıza Onay Formu
Künye
Partnerlerimiz
Satış Noktaları
Kariyer
İletişim
© The Art Newspaper