Fazıl Say’ın eserlerini dinlerken, zihnime hep benzer sesli iki sözcük düşer: portre ve porte. Özellikle de babası Ahmet Say’dan Yıldız Kenter’e, Fikret Otyam’dan Türkan Saylan’a kadar, hayatındaki önemli figürlerin “portrelerini çizdiği” besteleriyle birlikte düşünürüm bunu. Nota kâğıdındaki porteler, ses dünyasına kapılar açar, duyguları bir yerden bir yere taşır. Portreler ise bir insanın ruhuna tutulmuş aynalar gibidir; görünenin ötesindeki titreşimi yakalar.
Fazıl Say bana göre bu iki düzlemi -porte ve portreyi- müziğinde buluşturan bir sanatçı. Portelerdeki çizgilerle portreler çizen bir müzisyen-ressam. Onunla müzikle görsellik, sesle renk ve hafıza arasındaki ilişki üzerine konuşmak, yepyeni pencereler açtı. Anlattıklarından çok daha fazlasına çalıştığını, neredeyse 2030’a kadar yapacaklarının zihninde döndüğünü biliyorum. Bir ressam ve hikâye anlatıcısı olarak Fazıl Say, sadece sesleri değil, renkleri, duyuları, hafızaları da bestelerine dahil ediyor. Onun müziğinde bir tablo gibi açılan peyzajlar, bir roman gibi akan hikâyeler, bir şiir gibi beliren duygular var. Gözümüzün önüne bir resim, içimize işleyen bir titreşim ve zamanla derinleşen bir anlam bırakıyor. Piyano tuşlarıyla kurduğu renkli cümleler, orkestra enstrümanlarıyla dokuduğu evrenler, geçmişten bugüne uzanan köprülerde güçlü bir anlatıcı ve çağdaş bir yenilikçi olarak karşımıza çıkıyor. Onun sanatında neyin duyulduğu kadar, neyin görüldüğü ve neyin hissedildiğini de konuşabildiğimiz sohbetimizin penceresini açıyorum:

Fazıl Say, Fotoğraf: Fethi Karaduman
YEKTA KOPAN: Fazıl, renkler senin için ne ifade ediyor? Onlar sadece görsel unsurlar mı, yoksa duyguların, anıların ya da seslerin birer temsilcisi mi?
FAZIL SAY: Ben notaları renklerle öğrenmiştim. Henüz üç yaşındaydım. Bir çocuğa notaları ve seslerin matematiğini öğretirken renklere başvurmak çok doğru bir şey. Hangi renge hangi ses karşılık geliyor kısmı önemli değil. Yeter ki ses ve notalar çocuklar için eğlenceli olsun. Do mavi, re kırmızı, mi yeşil, fa sarı gibi. Ondan sonra hayatım boyunca hep renkli kalemlerle çalıştım.
Yani bu alışkanlık, zamanla bir öğrenme yönteminden çıkıp bir tür yaratım pratiğine mi dönüştü? Sadece pedagojik bir araç olmaktan çıkıp estetik bir dile dönüşmesi ne zaman başladı sence?
Biz müzisyenler notalarda özellikle dikkat etmemiz gereken bölümlere zaten kırmızı kalemle işaret koyarız. Ya da takip etmemiz gereken bir ezginin üstünden renkli kalemlerle geçeriz, bağını çekeriz. Yani zaten çoğu müzisyen renklerle çalışır. Bu çalışmayı ben çok da sevdiğim için renkli görüntüyü çalıştığım tüm eserlerde kullandım. Boyamayı seviyorum; Mozart, Bach, Debussy gibi, her ne çalışıyorsam.
“Ses ve renk arasında çok derin bağlar var”
Bir tür sesli resim yapıyorsun… Ya da tersi: Sessiz bir tabloyu duyulur hale getiriyorsun.
Şunu eklemek de gerek; ses ve renk arasında çok derin bağlar var. Öylesine derin ki özellikle empresyonist dönem sanatçıları, resimde müzik- müzikte resim arar olmuştu. Müzikte renk oyunları zaten çok önemliydi. Bu durum 19. yüzyıl sonu Fransız ekolünde iyice belirginleşmişti. Örneğin suyun hareketini seslerle betimlemek mümkün. Denizi, bitkileri, ormanları sesler ile anlatabiliriz. Bir ağaçtaki yeşilin bin bir türünü sesler, armoniler ve tını oyunları ile müziğe dönüştürebiliriz.
Bu kadar güçlü bir doğa tasviri aklıma Debussy kadar Hokusai’yi de getiriyor. Daha pek çok isim sayabiliriz tabii.
Müzik evrensel bir dil. Dünyadaki 8 milyar insanın konuştuğu bir dil. Konuştuğu ve anladığı bir dil. Yüz binlerce yıldır, insanın varoluşundan beri müzik bir çağrıdır, iletişimdir. Keza resim de öyle, keza renkler de öyle. Dolayısıyla seslerin renkleri de öyle. Bu soyut konuda belki müzisyen, müzikteki renkleri ve kimi zaman resimleri araştırırken teknik bir şey yapmıyor, hatta anti teknik bir şey yapıyor. Şöyle ki, müzik yaparken metafizik fizikten üstündür. Renkler konusu duyularla ilgili olduğu için de metafizik bir konudur.
Metafizik dediğin o duyular ötesi alanda, müziğin ve renklerin birbirine dönüştüğü anlar yaşıyor musun? Mesela bir bestenin “yeşil” olmasını istemek gibi sezgisel kararlar verir misin? Renklerle düşünmek, ses mimarisinde bir rehber mi yoksa bir sezgi dili mi?
Seslerin tonları aynı zamanda sesin rengidir bence. Müzik yaparken zaten sezilerin ve güdülerin sıkça ön planda olduğu, karar mecrası olduğu bir durum oluşur. Müzik kimi zaman olayları da anlatır; her olayın bir mekânı, her mekânın da bir rengi var değil mi? Mesela Ravel’in Üzgün Kuşlar eseri, kendisinin de dediği gibi bir ormanda geçmekte. Yani ormanın tan vakti renkleri, tüm ağaçların çeşitli yeşilleri, egzotik kuşlar, onların devinimleri, çıkardığı sesler vardır orada. Ravel’in anlatmak istediği tam da bu olduğu için, eserin yorumcusu da bütün bunların bilincindedir. Yorum boyunca böyle bir zihin ve duyuyla, bestecinin ses fikirlerini kovalar durur.
Ravel’i dinlerken benim aklıma hep Monet’nin sabah ışığıyla dolu peyzajları geliyor… O sisli gölgeler, uçucu renk geçişleri… Sanki bir besteciyle bir ressam aynı sabaha uyanmış gibi.
Tam da bunu söylüyorum. Bu ortak düşünce hali bizi sanatın bütünleyici gücüne götürüyor. Mesela az önce izlenimci besteci Debussy’den söz ettin. Debussy’nin Batık Katedral adlı bir piyano eseri var; okyanusun altından çıkan muhteşem bir antik katedrali anlatır. Bu müzik soğuk bir denizde, sisler içinde başlıyor. Bunu çıkan her sesten anlamamız mümkün. Ses tonuna, soğuk bir okyanustaki seher vakti, sis bulutlarının buz rengi tonları, beyazın ve grinin diğer tonları tüm duyularıyla ekleniyor. Bu eseri çalarken elbette, önümüzden akan bir film gibi görmemiz de gerekiyor.
Bu sözünü ettiğin örnekler çoğaltılabilir. Senin eserlerinde de bunu çok net hissederim. Burada tam olarak bir hikâye anlatıcılığından söz ediyorsun.
Aslında çoğu eser bir hikâye anlatır. Bu hikâye, zihnimizdeki film perdesinde mekanlarla, kişilerle, olaylarla ve renklerle bir görüntüye dönüşür. Bu çok özel bir bilinç anıdır. Yapay zekanın ulaşamayacağı bir bilinç. İnsana özgü duyular, insana özgü sesler ve insana özgü bir matematikle oluşur bu bilinç. Eğrisiyle doğrusuyla, ritimleriyle, armoniler ve melodileriyle…
“Müzik dinlerken bütün bu renk dünyasını düşünceye dahil etmek gerekiyor”
Peki Fazıl, bu bilinç perdesinde akan hikâyeyi piyanoya nasıl aktarıyorsunuz? Yani bir besteyi sadece çalmak değil, anlatmak dediğinizde, o anlatımın dili, mimarisi, dramaturjisi nasıl şekilleniyor?
Piyano müziğinde bir sağ pedal, bir sol pedal, bir de çok ender kullanılan orta pedal var. Sağ pedal sesleri uzatmak, bir yön vermek, bağlaçları kurmak amaçlı. Dolgun renkler ile müziğe nefes aldırıyor. Sol pedal ise sesin volümünü azaltan surdin’leyen pedal. Seslerin hepsini daha pastel renkler içinde sunan bir pedal. Amaç sadece sesin kısılması değil. Mesela Batık Katedral eserinde ya da Üzgün Kuşlar’da çok daha farklı renk oyunları elde edebilmemize yardımcı olur. Ben bunları piyano için söylüyorum ama bir de bütün bu “hikâye anlatma” sürecini orkestrayı dinlerken düşün. Seksen kişilik orkestrada çok farklı enstrümanlar var. Her birinin farklı renk dünyaları ve her birinin çıkardığı seslerin farklı özellikleri var. Ayrıca çok istisnai sesler var. Aslında müzik dinlerken bütün bu renk dünyasını düşünceye dahil etmek gerekiyor.
Besteci kimliğinle orkestra eserlerine zaman zaman yeni enstrümanlar kattığını görüyoruz. Teremin, ney, kanun, kemençe, bendir ya da kudüm gibi seslerle farklı coğrafyalardan renkler taşıdın. Bu genişletilmiş orkestrada neyin peşindesin? Hangi renkleri, hangi deyişleri arıyorsun?
Biz besteciler tabii ki orkestra ve koro için, piyano müziği, oda müziği, vokal müziği, şarkılar ve farklı enstrümanlar için eserler besteleriz. Yeni enstrümanları, hiç kullanılmayan etnik enstrümanları bu çalışmaların içine dahil etmek benim hedeflerimden biri oldu hep. Bu renklerle, mantıklı bir yolda yürüyerek müziği anlatmak önemli bir amaç benim için. Bunu şu yüzden söylüyorum; enstrümanlar aslında anlatıcıdır. Klasik orkestrada yirmiden fazla enstrüman vardır. Nefesliler, yaylılar, vurmalılar ve bunların muhteşem ahengi. Bu dengeye radikal eklemeler yapmayı hep istedim. Benim eserlerinde su sesleri nehir sesleri deniz sesleri çıkaran enstrümanlara sıkça zaten rastlarsın. Biraz daha detaylı anlatayım: İstanbul Senfonisi’nde tabii ki İstanbul müziklerinin ve onların dokularının yer alması gerektiğini düşünüyordum. Bu eserde bir kanun taksimi bile var. Köçekçe, tabii ki kanun darbuka. Sultanahmet Camii bölümünde ney ve kudüm, Haydarpaşa Garı bölümünde bendir gibi.
Mezopotamya Senfonisi’nde de teremin kullanmıştın…
O eserde binlerce yıllık Mezopotamya tarihi var. Orta Doğu var. Savaşlar, töreler, terör, ölümler, mücadele var…. Uhrevi ve dünya dışı sesiyle teremin enstrümanı bir nevi melek sesi gibi. “Melekler Mezopotamya’yı korusun” dercesine bir renk katıyor esere. Etnik enstrümanları çok çağrıştıran bas blok flüt ve bas flüt de vardır Mezopotamya’da. Evreni anlatan üçüncü senfonimde ise orkestrayı kırk-elli yeni enstrümanla bütünleştirdim. Bunların içinde doxophone, waterphone, UFO Drum, log Drum, vibratonlar gibi ilk kez kullanılan ya da çok ender kullanılan enstrümanlar da var.
Aslında resim sanatından konuşacak olursak, bu yaklaşımın bana klasik anlatıdan dijital sanata uzanan bir tuvali andırıyor Fazıl. Bir yanda Mezopotamya’nın binlerce yıllık motifleri, öte yanda evrene açılan, hatta dünya dışı sesler… Hem yeni sesler arıyorsun hem de klasik hatta antik çağın anlatımlarına dokunuyorsun. Geçmişin dokusunu geleceğin tınısıyla birleştiriyorsun sanki.
Bunu önemsiyorum. Son yıllardaki bestelerde hep bu yollara uzanmayı amaçladım; çok değişik enstrümanlar için konçertolar besteledim. 2025’te ilk kez bir mandolin konçertosu ve 2500 yıllık antik lir için bir konçerto besteledim. Sadece eserlere değil, enstrümanlara da çalışmayı gerektiren zorlu bir süreçti. 2026’da da bir akordeon konçertosu gelecek. Bu süreçteki diğer bestelerimde de hep farklı hikâye anlatılarını hedefledim; Kehanetler Tapınağı Klaros, Küçük Kara Balık, saksafon ve bas flüt eserleri gibi…