1950’lerin kültürel ikliminde çekilen ve yapım sürecinden itibaren sansür, ideolojik müdahaleler ve ticari kaygılarla parçalanmış Karanlık Dünya, bugün hem eksik hem de çelişkilerle dolu bir hikâye sunuyor. Metin Erksan’ın yönettiği, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı film, Âşık Veysel’in yaşamını merkeze alan bir biyografi olmaktan çıkıp dönemin resmî ideolojisinin taşıyıcısı bir propaganda aracına dönüşürken kurgusundaki boşluklar, eklemeler ve tutarsızlıklar da bu dönüşümün izlerini taşıyor.
Salt Galata’da 14 Aralık’a kadar görülebilecek sergi, sanatçı Mike Bode ile senarist Caner Yalçın’ın uzun soluklu araştırmasına dayanarak filmi tamamlanmamış bir anlatıdan ziyade, tarihsel, politik ve kurumsal güçler tarafından şekillendirilmiş bir arşiv nesnesi olarak ele alıyor. Bu çok katmanlı araştırma sürecini ve serginin arka planını Mike Bode'ye sorduk.
Parçalı ve muğlak anlatılarla dolu bir proje üzerinde çalışmak, hafıza ve arşivlemeye yönelik genel yaklaşımınızı nasıl etkiledi?
Bu proje, konvansiyonel anlamda hafıza ile ilgilenmiyor. Daha çok 1950’lerden kalma, az bilinen bir film üzerine sanatsal bir araştırma niteliğinde. Film, iç çekişmeler, sansür ve dönemin hâkim ideolojik baskıları nedeniyle yeniden kurgulanıp ağır biçimde parçalandığı için içeriğinden ötürü değil, bu koşullar yüzünden gözden kaybolmuş. Bizi bu filme çeken, orijinal versiyonu restore etme arzusu değil; üretim ve dönüşüm koşullarını araştırma isteğiydi.
Sergide, filmin parçalı hâliyle doğrudan ilişkiye girdik; boşluklarına, yeniden kurgularına, çelişkilerine odaklandık. Onu tutarlı bir anlatı olarak değil, tarihsel, politik ve kurumsal güçler tarafından şekillendirilmiş ve izler bırakılmış maddi bir nesne olarak ele aldık.
Sergiye paralel olarak Salt ile birlikte bir e-yayın da hazırlıyoruz. Bu yayında filme dair akademik bir makale, sinema uzmanları ve uygulayıcılarının katkıları, senaryomuzun tam metni, sergide yer almayan bağlamsal materyaller ve enstalasyonun ayrıntılı belgelemesi yer alacak. Bütün bu bileşenler, araştırmamızın başkaları için erişilebilir olmasını sağlayacak bir arşiv oluşturacak.
Yıllara yayılan bir çalışmanın ürünü olan proje, aynı zamanda tartışmalı kültürel mirasla çalışmanın zorluklarına ve güçlüklerine dair bir yansıma olarak da görülebilir—özellikle de filmle ilgili röportajlar, makaleler ve kurumsal kayıtlar içinde karşılaşılan çelişkili ayrıntılar ve farklı hatırlamalar ışığında.
Katmanlı, parçalı ve müdahaleye uğramış bir anlatıyı takip ederken sizi en çok ne şaşırttı ya da araştırmanızın yönünü değiştirdi? Dark World’deki araştırma yaklaşımınız, önceki sanatsal pratiğinizle nasıl bir süreklilik veya kopuş gösteriyor?
Filmin 35 mm nitrat kopyasının Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi arşivinde bulunması ve ardından taranması, görsel malzemeye yaklaşımımızda önemli bir dönüm noktası oldu. Bu sayede, ilk başta elde ettiğimiz düşük kaliteli kopyalara kıyasla çok daha ayrıntılı bir şekilde çalışma imkânı bulduk. Ayrıca bu süreçte, sergide tümüyle yer verdiğimiz, daha önce görülmemiş 20 dakikalık bir görüntü de ortaya çıktı.
Daha önce doğrudan bir film üzerine yoğunlaşan bir projede çalışmamıştım; fakat filmi kendi başına bir nesne olarak ele alma ve üretim koşullarını inceleme fikrine ilgi duydum. Kavramsal çerçevesi, sıklıkla yer ve imgeyi geniş sosyal, tarihsel ve politik bağlamlarda keşfeden disiplinlerarası işbirlikleri içeren genel pratiğimle de örtüşüyordu.
Proje, senarist Caner Yalçın ve film tarihçisi Dilek Kaya ile yakın işbirliği içinde geliştirildi. Onların katkıları, çalışmanın kapsamını genişletmede ve malzemeye daha açık uçlu, eleştirel bir yaklaşımla yönelmemizde belirleyici oldu. Araştırmanın son aşamaları ve sergi, Salt ekibiyle birlikte geliştirildi.
Orijinal filmin çekildiği coğrafyalar (Sivrialan, Ürgüp ve daha sonra İstanbul’un kentsel çeperleri) sergiye yönelik görsel ve mekânsal yaklaşımınızı nasıl etkiledi?
Bu mekânlar, serginin görsel veya mekânsal yaklaşımını doğrudan etkilemedi. Ancak araştırma süreci—arşiv materyali toplamak, röportajlar yapmak ve orijinal çekim yerlerini ziyaret etmek—1950’ler Türkiye’sinin sosyal ve politik gerçekliklerine dair anlayışımı derinleştirdi.
Sergi, filmdeki kopukluklar, eklemeler ve tuhaflıklarla ilişki kuran video yerleştirmeleri, özenle seçilmiş objeler ve keşif niteliğindeki bir senaryoyu bir araya getiriyor. Filmi bütünüyle sunmamayı tercih ettik (yine de bir versiyonu kamusal program kapsamında gösterilecek). Bunun yerine, sergide ziyaretçilerin doğrudan inceleyebileceği senaryo üzerinden temsil ettik.
Biz, ortak araştırma sürecini, serginin geliştirilmesini, eşlik eden e-yayını ve arşivi, projenin ayrılmaz bileşenleri olarak görüyoruz. Bu anlamda sergi, nihai bir sonuçtan çok, bir başlangıç noktası işlevi görüyor.