İngiliz sanatçı Richard Wright, bazen tüm duvarları, tavanları ve merdiven boşluklarını kaplayan, bazen de daha gizli köşelere ve hatta yere yerleştirilen karmaşık soyut duvar resimleri yapıyor. Kimi zaman minimal, kimi zaman da detaylı olan bu eserler her zaman eşsiz ve doğrudan bulundukları ortama göre şekilleniyor. Sanat tarihinden grafik tasarım ve tipografiye kadar uzanan çok çeşitli kaynaklardan yararlanan sanatçı, bu kaynakları her zaman mekâna göre sezgisel olarak belirliyor.
Wright’ın birçok eseri kasıtlı olarak kısa ömürlü; sınırlı bir süre görüldükten sonra üzerleri boyanıyor. Ancak Tottenham Court Road İstasyonu’ndaki yürüyen merdivenlerin üzerine yaptığı altın varaklı karmaşık geometri sistemi, Amsterdam’daki Rijksmuseum’un tavanındaki 47 bin yıldız veya Tate Britain’daki vitray cam gibi daha kalıcı işleri de var.
2009 yılında Turner Ödülü’nü kazanan Wright, Viyana’daki Kunsthistorisches Museum, Museum of Contemporary Art San Diego ve Tate Liverpool gibi birçok yerde solo sergi açtı. Nisan ayında Camden Art Centre’da başlayan sergisi ise 20 yılı aşkın bir süre içinde Birleşik Krallık’ta düzenlenen en büyük kurumsal sergisi oldu.
THE ART NEWSPAPER: Camden Art Centre için yeni bir duvar resmi yapıyorsunuz. Mekâna yaklaşım tarzınızı anlatır mısınız?
RICHARD WRIGHT: Bina işin içinde, iş de binanın içinde olsun istiyorum; ayrıca işi orada bulunan diğer her şeyin bir parçası haline getirmek istiyorum. Benim için başlangıç noktası her zaman mekândaki ışıktır. Sonrasında, mimari içinde yer duygusunu harekete geçirecek tetikleyiciler ararım. Bu da beni hep başka bir yere götürür çünkü orada olan tek şey bina değildir; aynı zamanda benim kişiliğim ve geçmişim de oradadır. Dolayısıyla bina içinde bir fikir ve anlatı arıyor gibi görünsem de, aslında bu arayış bir şekilde içimdeki bir şeyi serbest bırakmanın bir yoludur. Camden’daysa yapmayı hiç düşünmediğim, birkaç ay önce sadece aklımın bir köşesinde duran ama sonra birden yüzeye çıkan bir şey buldum.
Ne yapacağınızı önceden planlıyor musunuz, yoksa mekândayken sezgisel olarak mı ortaya çıkıyor?
Aslında ikisi de. Camden’daki gibi daha büyük ölçekli projelerde çok fazla çizim yapıyorum. Bu çizimleri stüdyonun tüm duvarlarına asıyorum ve belli bir noktada proje sekiz veya dokuz farklı yöne gidebiliyor. Resmi yapmaya giderken yanıma birçok hazır materyal alıyorum; ilk gün, birkaç çekül ve bir parça ipi bir yerden diğerine taşıyarak belirli çizgilerin yerini belirliyor, işi de bu çizgilerden yola çıkarak geliştiriyorum.
Bu çizgiler, mekânla ilgili öznel algımdan ve işin mekâna, mekânın da işe nasıl dönüşeceğine dair hislerimden doğuyor. Kendimce bir sistem geliştirdim: Önce yaptığım çizimlere göre duvar üzerinde oluşturacağım yapının ana hatlarını belirliyorum, ardından bu yapıya çeşitli öğeler asıyor ve bunların birbirleriyle nasıl etkileşime girdiklerine bakıyorum. Aslında ortaya çıkacak işi, bu öğelerin hem birbirleriyle hem de yapıyla kurduğu ilişki belirliyor. Ve bu ilişki de işi fiilen, birebir yapmaya başlayana kadar tam olarak ortaya çıkmıyor.
Resim yapmayı kendi içinde bir gerçeklik formu olarak gördüğünüzü, temsil veya konu gibi kavramların ötesine geçip görme eylemi üzerine bir tür meditasyon imkânı sağladığını söylüyorsunuz.
Resim yapmak, maddiyatın içinde maneviyatı aramak gibi. Georges Seurat, resim yapmanın tuvali oyma sanatı olduğunu söylemiş; Leon Battista Alberti ise resim düzlemini bir perde olarak tanımlamış ve resim yapma eyleminin bir şekilde bu perdenin arkasına, yüzeydekinin ötesine ulaşmak olduğundan bahsetmişti. Ama beni ilgilendiren yalnızca perdenin arkasına bakmak değil, aynı zamanda gördüğüm şeyin beni neden ve nasıl büyülediğini anlamak.
Motiflerinizi nasıl seçiyorsunuz?
Ben, sanatçının bireysel kişiliğinin daha az önemli olduğu farklı kültürlerden gelen sanatla daha çok ilgileniyorum. Mimaride, klasik ve gotik yapılardaki detaylar çoğu zaman klişe stillere, yüzey işlemelerine veya dekoratif öğelere dönüşüyor. Ama onlara yeniden hayat verebilir, canlandırabiliriz. Bir şeye farklı bir yerde ve tamamen farklı bir kültürde yeniden rastlamak ve bir kez daha cazibesine kapılmak bana çok ilginç geliyor. Dolayısıyla motifleri seçerken sessizlik ve ışık, gizleme ve açığa çıkarma, elbette tekrarlanma gibi bazı takıntılarım ve belirli bir düşünce tarzım olduğunu söyleyebilirim. Tüm bunlar, pratiğimin temelini oluşturan ve işe nereden başlayacağımı belirlememi sağlayan süreçler veya eylemler.
İşleriniz genellikle kasıtlı olarak kısa ömürlü; sınırlı bir süreyle görüldükten sonra üzerleri boyanıyor. Camden Art Centre’da da böyle olacak. Ama bazen de Greenwich’teki Queen’s House (Kraliçenin Evi) veya Tottenham Court Road İstasyonu’nda olduğu gibi daha kalıcı işler yapıyorsunuz. Bu zaman çerçeveleri işin tasarımında rol oynuyor mu?
Bağlama göre değişiyor. Queen’s House’ta yaptığım işin hem geçmişin hem de geleceğin bir parçası olduğunun farkındaydım. Çünkü Queen’s House sıradan bir bina değil; Britanya’daki ilk klasik yapılardan biri, dolayısıyla orada çok fazla bileşen var. Tottenham Court Road’daki iş ise yürüyen merdivenin üzerindeki tavanda olduğu için sabit bir şekilde görülmesi mümkün değil; merdivenin hareketiyle birlikte altından geçiyorsunuz. Ben bu işin rastlantısal yanını seviyorum; çünkü insanlar belki orada bir eser olduğunun farkında bile olmadan onu defalarca deneyimleyebilir, yola çıkmadan önce onunla karşılaşabilir.

Duvar dışında: Wright’ın, kâğıt üzerinde mürekkep ve suluboya kullandığı “No Title” (İsimsiz, 2017) gibi çalışmaları da var.
Tottenham Court Road İstasyonu’nda kullandığınız altın varak sanki bir çeşit akışkanlık hissi yaratıyor.
Kesinlikle. Altının inanılmaz bir akışkan niteliği olduğunu düşünüyorum; aynı anda hem var hem yok, hem pozitif hem de negatif. Sanki ışık damlacıklarından yapılmış ve adeta orada değilmiş gibi. Bu da işe bir tür sinema etkisi katıyor; yürüyen merdivende inerken veya çıkarken görünmeye başlıyor, sonra da yavaş yavaş kayboluyor. Gördüğünüzü sandığınız ama emin olamadığınız bir şey gibi.
Edinburgh’da sanat eğitimi aldınız ve birkaç yıl figüratif resimler yaptınız. Sonra 1988’de resim yapmayı bırakarak tabelacılık eğitimi aldınız. Bu büyük değişikliğin nedeni neydi ve şu anki pratiğinizi nasıl etkiledi?
Kesinlikle önemli bir kriz ve yeniden değerlendirme dönemiydi. Yaptığım işlerle ilgili büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor, kendimi yetersiz ve başarısız hissediyordum. Çalışmalarımın iyi olmadığını, arka arkaya kötü resimler yaptığımı düşünüyordum. Bu yüzden yaptığım bütün resimleri imha ettim. Bunu da kavramsal bir nedenle değil, yalnızca çok kötü olduklarını düşündüğüm için yaptım.
Tabelacılık eğitimi almamın nedeni sanatçı olarak yönümü değiştirmek değildi; sadece, “Biraz para kazanabilirim,” diye düşünerek yaptığım bir şeydi. Fırçayı iyi kullanıyordum, yazı yazmayı seviyordum ve yıllarca afişler için birçok tasarım işi yapmıştım. Ama tabelacılık işini öğrenirken bir şey oldu; bu, materyalin sunum şekliyle ilgiliydi. Ressamlar işleriyle kendilerini ifade ederler, oysa tabelacıların yaptıkları işte görünür olmak gibi bir dertleri yoktur. Sanatçının kişisel dokunuşu modern resmin çok önemli bir parçasıdır; tabelacılık beni bundan kurtardı çünkü tabelanın üzerinde yalnızca boya vardır, başka bir şey anlatmaya çalışmaz, sembolik bir yönü yoktur.
Dolayısıyla grafiğin diliyle ilgilenmeye başladım; salt bir fikirle stüdyoma gidebiliyordum. Ayrıca bir boyanın kutusunu açtığımda görünüşü öyle hoşuma gidiyor ki içimden içmek geliyor.
Bir de vitray çalışmalarınız var; bunlardan biri de Camden Art Centre’ın tam ortasında tavan penceresi işlevi gören iki büyük panel. Bu malzemenin sizi çeken yanı nedir?
Tıpkı resimde olduğu gibi, hem maddi hem de manevi bir yönü olmasıyla ilgileniyorum. Bu malzemede bir canlılık, hareketlilik var; ışığı geri yansıtan bir yansımayla kendi ışığını yayıyor. Bu çok özel el yapımı camın, ışığa göre sürekli değişen bir resmi zemine veya duvara yansıtmasını büyüleyici buluyorum.
Sergide 25 yıllık pratiğinizi kapsayan 50’den fazla çizim de var. Bu çizimleri sergiye eklemeyi neden tercih ettiniz?
Çünkü giderek daha çok farkına vardığım bir şey vardı; çizim yapmak temel pratiğimdi ve farklı şekillerde olsa da aslında hep yaptığım şey buydu. Dikkatimi toplamama, bir fikri zihnimde somutlaştırmama ve hayalî bir şeyi ya da yarım yamalak hatırladığım bir düşünceyi biçimlendirmeme yardım ediyor.
Kendinize gelecekte hatırlamanız gereken bir not bırakmak gibi. Bu not, bir gün bir şey ararken ansızın karşınıza çıkabilir. Bir not defterine veya çekmeceye bakarken, “Evet, bu bir başlangıç noktası olabilir,” diye düşünebilirsiniz. Camden’daki duvar resmi de böyle bir süreçle ortaya çıktı; uzun zamandır yapmayı düşündüğüm bir şeydi, sadece ait olduğu yeri bulmam gerekiyordu.