“Rembrandt’tan etkilenmek istediğiniz için mi etkileniyorsunuz?”
Onunla konuşmaya başladığınızda, kendini ve hayatı pek ciddiye almıyor gibi görünen tavrının ardındaki derinliği görebilirsiniz. Karakter yaratırken, “Sustukları anlarda kim olduklarını anlıyorum,” tarifi tam da bu derinliği gösteriyor. Prens, Var Bunlar ve İsmet Ve gibi projelerle bir nevi dijitali parselleyen oyuncu ve senarist Kerem Özdoğan… Sohbetimiz, tam da yarattığı evrenlere uygun bir simülasyonda gibi başladı. Beklenmedik aksilikler, patlayan borular... Kaotik bir sahnenin içinde, adeta bir Prens bölümünde yaşanabilecek her saçmalık birbiri ardına gerçekleşiyordu. Tüm o saçmalık zinciri, absürdün ustasıyla yan yana olmanın getirdiği rahat bir gülümsemeye dönüştü. Özdoğan, her aksiliği ve kaosu sanki daha önce kurgulamış gibi izliyor; her yeni aksilik bir sonraki patlamayı bekleyen bir sinematik anı gibi duruyordu. Yaşamın kendisinin de pekâlâ absürt olabileceğini hatırlatan bu giriş, sohbetin tonunu baştan belirledi.
İnsan, varlığının nedenini bilmez ama yaşamaya devam eder. Absürt de tam olarak bu devam edişin, anlamsızlığın içinde anlam yaratma çabasının sanatsal halidir. Bağımsız sinemanın sanat sayılıp dizilerin “çerezlik” görülmesini ise farklı bir yerden ele alıyor. Bu ayrımı tartışmaya açarken sanatın tanımını dönüştüren bir yerden konuşuyor. Kerem Özdoğan’la sanatın anlamını ararken, absürtlüğün hakikatine yaklaştık.

Giray Altınok’la ikili imajınızı Zeki Alasya ve Metin Akpınar gibi ikililere benzetenler var.
Zeki Alasya-Metin Akpınar gibi isimlerle anılmak çok büyük bir onur, aynı zamanda büyük bir sorumluluk. Bu sorumluluğa sahip miyiz bilemiyorum. Ama biz aslında, “İkili olalım,” diyerek yola çıkmadık. Doğal bir arkadaşlığımız vardı; birlikte vakit geçirirken keyif aldığımız şeyler zamanla işlerimize dönüştü. Bu süreç de bizi buraya getirdi. Hiçbir zaman, “Bundan sonra birlikte takılalım,” gibi bir strateji geliştirmedik. Yaşadıklarımız, eğlendiğimiz anlar işlere dönüşüyor. Aslında oldukça farklı karakterler ve farklı mizah diline sahibiz ama belki de birbirimizi tamamladığımız için bir denge oluşuyor.
Dijital çağda seyirci, oyuncunun her şeyine hâkim. Bu şeffaflık, bir oyuncuya bu kadar maruz kalmak, sizce avantaj mı dezavantaj mı?
Seyirci artık sadece karakteri değil, oyuncunun gerçek hayatını da bilmek istiyor. Öncesinde sadece ismini jenerikte görürdü. Magazinsel bir figür değilse hakkında bir fikir olmazdı. Artık story’lerde ne giydin ne düşündün… Oynadığın karakterin önüne geçiyor bu durum. Sosyal medya görünürlüğünü artırsa da seni aynı hızla tüketiyor. Gerçek kişiliğin ile oynadığın karakter birbirine karışıyor. Bu durum da gerçeklikle bağın kopmasına neden oluyor. Açıkçası ben o ayrımı yapmaya çalışıyorum. Sosyal medyada genellikle profesyonel işlere dair paylaşımlar yapmaya çalışıyorum ama sosyal medyanın amacı bu değil. Reklam alanı gibi kullanmak istemiyorum. İstediğim zaman, istediğim şekilde kullanmak isterim ama bu mümkün olmuyor.
Çağdaş sanat ve tiyatronun dönüşümünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu dönüşüm içinde kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?
Bu soru ilk kelimesinden son kelimesine bir yüksek lisans tezi kadar kapsamlı bir soru. (gülüyor). Çok derinlikli. Öyle tek cümleyle yanıtlanacak bir şey değil. Kendinizi, dönemi ve ülkeyi aynı anda düşünerek cevap vermeniz gerekiyor. Bu dönüşüm kaçınılmaz ama bu sadece bugüne özgü de değil. Sanatta her dönem dönüşüm var. 100 yıl önce Brecht ilk epik eserlerini ya da öncesinde Henry Gibson ilk eserlerini ortaya koyduğunda kendi zamanlarında birer dönüşümdü. Biz de şu an dönüşümün içindeyiz. Bahsettiğiniz değişimi tiyatronun görünürlüğündeki azalma olarak alırsak, bence ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor. Tiyatro hâlâ talep görüyor ama mevcut ekonomik şartlar bu tüketimi zorlaştırıyor. Birçok oyuncu artık tek veya iki kişilik oyunlarda yer alıyor. Gün sonunda salonun kirası, gelecek seyirci sayısı… Eskiden büyük sahneler varken şimdi oda tiyatrosu gibi şeyler daha çoğaldı. İnsanların ‘ben popüler kültürden beslenmek istiyorum’ diye çalıştığını düşünmüyorum. Geçimini sağlamak istiyor oyuncular. Seyircinin de tiyatroya gitme tutkusu kişinin ne kadar görünür olduğuyla alakalı. Yani bir danışıklı dövüş var.
Peki dizilerde ya da filmlerde yer almak, oyunculuğu sanatın dışlanan çocuğu haline mi getiriyor sizce? Bağımsız filmler sanat olarak adlandırılırken diğer işlerde bu durum farklı mı?
Aslında yaptığımız işler ticari, kâr amacı güden işler. Ama bir işin sanat olup olmadığı, içeriğine ne kadar değer koyduğunuzla alakalı. Ben kendimi dışlanmış hissetmiyorum. Bağımsız film de gişe işi de aynı toplumdan besleniyor. Sadece kaygıları farklı. Sizin tanımınız sanat olur, başkasının tanımı eleştirel olur. Değişebilecek bir kavramdır bu. Gişe işleri popüler kültürün etkisiyle, viral videoların yayılmasına dayandırılarak tüketim üzerine kuruldu. Ama gün sonunda Sarmaşık ya da Kurak Günler filmindeki bir sahne veya en bilinen, Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’daki o kuzu eti yeme sahneleri birçok diziden daha çok viral oldu. O yüzden bir fark görmüyorum. Bir işi sanat olarak tanımlamak benim tekelimde olan ya da anlayabileceğim bir şey değil. Yani kendimi bir sanatçı olarak da tanımlamıyorum. İşimizi yapıyoruz sadece.
Karakter yaratım süreciniz nasıl işliyor? İsmet, (Prens dizisinden) Elçi Sangu, Samet gibi karakterleri nasıl inşa ediyorsunuz? Sanatın hangi disiplini sizi besliyor? Okumak mı, gözlem yeteneğiniz mi?
Ben mikro duygularla çalışmayı seviyorum. Bir karakterin konuştuğu değil, sustuğu anlar benim için daha önemli. İsmet’in boş bakışları, Samet’in dik durmaya çalışması, Sangu’nun sürekli gülümsemesi… Bunlar bastırılmış duyguların ipuçları. Müzik de çok etkili oluyor. Her karakterin kendi ritmini bulmak benim için önemli. Mesela Sangu benim için en zoruydu çünkü ben çok yavaş bir insanım. Sangu’ya, “Ben asla böyle yapmam,” dediğim her şeyi yükledim. Ama gözlem yapmayı çok isterdim. Bazen biriyle karşılaşırım, “Ne tuhaf bir adam ben bunu kullanayım,” derim. O gün gelene kadar aylar, belki yıllar geçiyor, unutuyorum.

Birçok sanatçı yaratım sürecinde acıdan beslendiğini söylüyor. Sizde bu durum nasıl?
Bence mesele acı değil, baskı ve bastırılmış duyguların açığa çıkması. İkinci Dünya Savaşı’nda Hemingway gibi birçoğunun asker olması...Ben bir duyguyu anlatmak değil, onun anlamını değiştirmek üzerine çalışıyorum. Sadece acıdan beslenirsen, üretim katılaşır. Yazdığın şey kişisel olabilir ama çıktığı an kolek tifleşir. Hatta Jean-Paul Sartre’ın bir sözü vardır: “Bir yazar, kitabını bitirdiği anda onun sahibi olmaktan çıkar. Kitap artık okurundur.” Mizahta, duyguyu anlatmaktan çok duygunun anlamını değiştirmek üzerine çalışırız. ‘Bu insan niye bağırıyor’un değil ‘bu insanın bağırmasının altında yatan sebep nedir’in üzerine çalışırsın. Bu da çapraz duyguları kullanmanız üzerine gerçekleşir.
Prens dizisindeki mizah dili, tiyatrodan besleniyor gibi. Bu bilinçli bir tercih mi?
Projeye özel bir dil tercihi. Ama daha önceki işlerimizden de beslendiğimiz doğru. Shakespeare, Marlowe, Molière gibi yazarlardan alıntılar serpiştiriyoruz. İlgilisinin yakalayacağı şeyler. Karakter isimlerini bile bazen tiyatro referanslarıyla seçiyoruz. Çok dönen bir videomuz var. Sadece futbolla ilgili şeylerden seçmiyoruz yani. Tiyatrodan besleniyoruz. Oyuncularımız da tiyatro kökenli. Bu yüzden bunu kullanmak istiyoruz, doğaçlamaya açık alanlar yaratıyoruz. İnsanların repliklerine çok müdahale etmek istemiyoruz. Yazarken oyuncunun iç ritmine kulak veriyoruz.
Dizide tarihsel dönemleri araştırdığınızı da biliyoruz. Absürt komedide gerçekliğe hangi sınırda sadık kalmak önemli? Sizin kralları aynı masada toplamayı tarihin mantığına uygun değil diye reddettiğiniz bir hikâye var. Neden sınır çiziyorsunuz, sonuçta absürt komedi değil mi?
Aslında absürt dediğimiz tanım çağımızla birlikte evrilmiş olabilir. Çünkü absürt dediğimiz şey şu: -Beckett ya da Ionesco’nun tarifinden söz ediyorum- Biz olayları çarpıtarak absürtlük yaratıyoruz ama yarattığımız evrenin içinde bir mantık tutarlılığı olması gerekiyor. İzleyici, “Bu saçma,” dememeli, “Bu onların evreninde böyle,” diyebilmeli. Mesela Prens dizisindeki Avrupa Kadıköy gibi. Bongomya diyelim ki Erenköy, Macaristan Adalar. Yakın görünse de kurduğumuz evrende bu tutarlı. Kralları aynı masaya toplama fikrini reddetme sebebim de bu: Komik olabilir ama ağırlığını da yok edebilir. Buraya toplamanın asıl sebebi komik olmalı. Mesela Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında masada Fatih Sultan Mehmed de var, Einstein de var. Hep beraber kavga ediyorlar. Çok güzel bir görsel. Ama bu ortamı sağlayabilecek alt metni buraya taşıyabilirseniz anlamlı oluyor.

"Prens" (2023)
YouTube programınız İsmet Ve’deki “İsmet” karakteriyle bir gazeteci gibi röportaj formatında işler yapıyorsunuz. Bu süreç sizi besliyor mu?
Müthiş besliyor. Ben araştırmayı çok seven biriyim. Konu neyse ona dair derinlemesine çalışmak bana çok keyif veriyor. Mesela mitoloji bölümü benim için çok eğlenceliydi çünkü zaten meraklı olduğum bir alandı. Sfenks’in bilmecesi gibi yerleri önceden bildiğim için oraya geldiğinde şakayı patlatmak ayrı bir keyif. Çünkü bir önceki sorunuzdaki gibi, insanların bu gerçeklikle veya absürtle çelişmemesi için içerisine gerçekçi tohumlar bırakmamız gerekiyor. Keşke İsmet’i hazırlamak için daha uzun bir süre olsa ve daha derinlikli bir şey sunabilsek. Derinlikli derken ciddileştirmek anlamında söylemiyorum. Birçok noktadan yakalayabileceğimiz durumlardan bahsediyorum. Çok hâkim olduğum bölümler benim için de inanılmaz eğlenceli geçiyor. Çünkü İsmet’te soruyu, yani işi öğrenmek, evet, işin bir kısmı. Diğer önemli kısım da safsatayı bulmanız, çünkü İsmet’in amacı safsata ve komple teorisinden beslenmek.
İsmet Ve’de ince göndermeler, küçük eleştiriler de yapıyorsunuz. Bu konuda dikkat ettiğiniz bir sınır var mı?
Benim yok... Ama yapımcımın var (gülüyor)! Orada bir İsmet karakteri var, bu karakterin düşünce biçimi var. Bu düşünce biçimi sınırlarında hareket ediyor. Onun dışına çıkmıyoruz. “İsmet” aslında Cunk on Earth gibi yabancı örneklerden esinlendiğimiz bir format ama biz bunu biraz daha bize ait hale getirdik. Yani halkın içinden biri gibi, zaman zaman yanlış anlayan ama sormaktan da vazgeçmeyen bir karakter. Orijinal işlerdeki sunucular genelde daha agresiftir, dik durur, fikrini savunur. Ama İsmet öyle değil. Hatta savunduğu şeye kendisi de çok inanmıyor çoğu zaman. Bilerek böyle yaptım çünkü açıkçası ben de dik dik soru soran, insanı köşeye sıkıştıran biri değilim. Günün sonunda karşımdaki insanın incinmesini istemem. Tartışma çıkacak gibi olsa, gerçekten kaçarım. O yüzden hep alttan alarak ya da konuğu tartarak sorarım. İsmet özelinde şöyle diyebilirim: Herhangi bir kültürel yapıdan doğrudan beslenmedim. Ama “boş bir kafa”dan yola çıktım. Çünkü bazen o boşluk, doğru soruyu sorma cesaretini de getiriyor.
Dijitaldeki işleriniz çok hızlı yayılıyor ve karşılık buluyor. Sizce dijital kitleye daha mı yakınsınız? Yoksa ana akımda da aynı ilgiyi göreceğinizi düşünüyor musunuz?
Bu tarz sosyolojik tespitleri net olarak yapamıyorum. Çünkü görünürlükten ziyade anlamı anlayamıyorum. Yani televizyonun seyircisi nedir? Total izleyici nedir? AB nedir? Dijital izleyici nedir? Burasını net olarak kestiremiyorum. Reyting cihazı hangi eve takılıyor, kime göre, neye göre takılıyor, kestirebildiğim ve anlamlandırabildiğim şeyler değil. Bu yüzden ben dijitale hitap ediyorum, ben ulusala hitap ediyorum gibi bir şey düşünmüyorum. Sadece dijitalde yapabilmemizi sağlayan şey, mizahımızı daha rahat anlatabilmemiz üzerine gerçekleşiyor. İkincisi TV’de haftada 100-120 sayfa arası yazmamız lazım. Böyle bir enerjimiz de yok. Bir komedi işinde bu kadar sayfa yazabilmemizin imkânı yok. Yani Prens’in bir bölüm yaklaşık olarak 37-38 sayfadan oluşuyor. Ama izlerken 50 dakikayı falan bulabiliyor. Var Bunlar 19 sayfadan oluşuyor. En son Avrupa Yakası 90 dakikalara çıkmıştı. 90 sayfalara herhalde ulaşmıştır. Bu bir yerden sonra çok zorlaştırıyor. Şu anda Ulusal Kanal’da da komedi işlerine çok fazla yer verilmiyor.
O zaman siz komediye devam edeceksiniz sanırım?
Prens üzerinden bakıyorsak, biz Prens'i salt komedi yapacağız diye yola çıkmadık ki. İçerisinde trajedisini de barındıran bir dizi. Yani bana ‘Dram yapacak mısın?’ derseniz zaten hali hazırda dramımız var: Prens. İnsanlar Prens’e çerezlik, komedi diye bakıyor. Ama siz de ‘MGX’e geldim’ dediniz. İnanılmaz bir çalışma yürütülüyor içeride biliyorsunuz. Kostüm detaylarında da şöyle bir şey oldu: Fatih Sultan Mehmed’e kavuğunu taktık. Sanat yönetmenimiz Reza Hoca, sağ olsun çok hâkimdir Fatih Sultan Mehmed konusuna, geldi ve dedi ki, “Fatih kavuğu böyle takmaz.” Kulakları çıkardı. Böyle detaylara takılan müthiş bir ekiple çalışıyoruz. Oradaki kostümün işçiliğinden dekora, makyaja her bir ayrıntıyla detaylı uğraşılıyor. İnsanlar “çerezlik” demeyi çok seviyor. Ama çerezlik değil, üzerine aylarımızı harcıyoruz. İlerleyen zamanlarda sürelerimiz makul seviyelere gelirse oturup salt dram çalışmak isterim. Yoksa konuyu sündürmek işini çok beceremiyoruz. Mümkünse konuyu anlatmak istiyoruz. Oynamak ya da yazmak üzerinde hiç öyle bir şey yok. Hatta daha çok isterim. Bir oyuncuyu en çok kaşıyacak şey farklı karakterlere yönelmektir. İsmet ve Samet birbirine çok yakın karakterler. Sangu farklı.
Artık sosyal medyada karakterler yaratılıyor, insanlar kendi mini dizilerini çekiyor. Bu içerikler sizce sanatı besliyor mu?
Bu gerçekten müthiş bir şey. Takip ediyorum. Yaratıcılığı, sizi de tetikleyen bir şey. Giray’la bu videoları birbirimize gönderiyoruz bazen, “İnsanlar ne komik, biz niye hâlâ bu işi yapıyoruz?” diye şakalaşıyoruz. Çünkü öyle özgün, öyle komik işler çıkıyor ki… Sanat dediğimiz şey, onu nasıl tanımladığınızla alakalı bir kavram gibi geliyor bana. Bir kişi bir karakter yaratıp sosyal medya üzerinden işyerindeki tespitleri, ailesiyle ilgili tespitlerini paylaşıyorsa ve siz buradan bir şey alabiliyorsanız, sanatçı sanatını icra edebiliyordur. Bazı videolar çıkıyor, anlamlandıramıyorsunuz ve bunun sanat olmadığını iddia ediyorsunuz. Mesela tereyağını tokatlayan, muzu bantlayan, çamaşır makinesinin arkasına balıklar koyan işler… Bunu biz anlamlandıramadığımız için bize sanat gibi gelmiyor. Yani sanat kavram olarak, çerçevesiyle tanımlayabileceğimiz bir şey değil. Bir esere sizin yüklediğiniz anlam... Şunu da düşünmek lazım: Sizin o esere yüklediğiniz anlam, kendi benliğiniz ve bilgi birikiminizle yüklediğiniz anlam mı yoksa popüler kültürün dayattığı şeylerle yüklediğiniz anlam mı? Mesela Rembrandt tablosuna baktığınız zaman etkilenmek gerektiğini düşündüğünüz için mi etkileniyorsunuz yoksa etkilendiğiniz için mi etkileniyorsunuz? Acaba sanat buradaki hangi çizgide yer alıyor? O yüzden dijital çağda bu insanların yaptığı şey çok değerli. İnanılmaz, yaratıcılığı tetikliyor. Sizin daha iyi üretmenizi sağlıyor. Siz bu sırada kendinizle muhakemeye tutuşuyorsunuz. Daha iyisini bulmak istiyorsunuz. O yüzden bayılıyoruz. Çok zor bir şeydir ayrıca. Çünkü insanları ikna ediyorsunuz bunu izlemeye. Alternatifiniz çok. Çok basit bir hareketle, bir yukarı kaydırmayla da bitti işiniz. Ama siz orada insanları kilitliyorsunuz, izletiyorsunuz kendinizi. Mesela YouTube'da yapılan diziler. Bayılıyorum. Bir de şöyle düşünelim. İnsanlar çok az bütçeyle de bunu yapabileceklerini gösteriyor. Siz o kadar bütçeyi koyarak izletemezken bu insanlar neyi sağlıyor? O samimiyet nasıl ortaya çıkıyor? Derinliğinde ne var?
Diyelim ki size özel bir sergi açıldı. Bu sergi, Kerem Özdoğan’ı anlatıyor. İçinde mutlaka ne olurdu? Hangi eşya, hangi detay?
Keşke buna cevabım hazır olsaydı. İlk aklıma gelen şey kara delik oldu ama o da biraz megalomanlığa girer şimdi. Ama şunu diyebilir miyiz o zaman? Hani çok bütçeli ya bu sergi açma işi; ortada kocaman bir kuruyemiş tabağı olsa? İçinde kaju da var sarı leblebi de. Hem sade hem karmaşık. Ama belli ki sona sarı leblebi kalacak. Tereyağı tokatlatırdım, öyle bir sanat. Keşke Türk kahvesi gibi cevabım hazır olsaydı.
İsmet Ve’de ileride çekmeyi çok istediğiniz, en absürt şey ne olurdu?
Cinsellik diyeceğim… Ama bunu çekemeyeceğimizi bildiğimiz için. Çünkü çekebileceğimizi bilseydik, çoktan çekmiştik.