Melih Çebi’nin Pilot’ta açılan ikinci kişisel sergisi Can’t Come, Still Emerging, hem bedensel hem de ifade biçimlerine dair bir dönüşüm sürecini takip ederken, geçmişle gelecek arasındaki belirsiz eşiklerde dolaşan imgeler aracılığıyla zamanın akışkanlığını sorguluyor. Çebi’nin kişisel mitolojisinden beslenen bu sergi, rüya ile uyanıklık, içe dönüşle dışa yansıma, sıkışma ile dönüşüm arasındaki ince sınırları araştırıyor. Anahtar, kuğu ve yılan gibi sembollerle örülü bu görsel anlatıda, sanatçının hem iç dünyasına hem de üretim süreçlerine dair samimi ipuçları buluyor, Çebi’nin çok katmanlı evrenini keşfediyoruz. Melih Çebi’yle bu evrenin oluşum sürecini, kimlik, arzu ve dönüşüm ekseninde konuştuk.
ELİF ONAY: Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında salınan imgeler, zamanlar arası bir geçişin sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Alt kattaki geniş sergi alanına geçmeden önce, ana mekânda yer alan imgelerin benzerleri koridorda yer alıyor ve serginin geri kalanında karşılaşacağımız imgelerin bir tür habercisi oluyor. Bu tekrarlayan imgelere yer verme amacından biraz bahsedebilir misin?
MELİH ÇEBİ: Bu tekrarlayan imgeler aslında iki katmanda ele alınabilir. Birincisi, sanat dünyasında bir kutuya ve alana ait olmaya çalışmak; ikincisi ise kendi pratiğimi sürdürebilmek için fiziksel alanlarla ilgili yaşadığım sıkışmışlık hissi. Bu küçük işleri yaratmaya başlamam da tam olarak bu ihtiyaçtan doğdu. Küçük alanlarda, kocaman kanvaslara kocaman anlamlar barındıran işler yapma baskısını kırmak istedim. Bunun yerine, kendi küçük alanımda daha mütevazı boyutlarda, kağıtlar üzerinde çalışmaya başladım. Güvenli alanımdaydım. Bu süreçte ürettiğim işler bir araya geldiğinde bana çocukken evde bulduğum negatif film şeritlerini hatırlattı.

Melih Çebi, Can't Come Still Emerging
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
O zamanlar evin her yanında, karıştırdığım çekmecelerde, zarfların içinde bulduğum bu film şeritlerini güneşe tutup incelerken, aslında serginin de üzerini kaplayan o hem ürkütücü hem de keşifin verdiği haz hislerini barındıran o ince çizgiyle buluştuğum ilk anlara dokunmak istedim diyebilirim. O hissi, bilinmeyen bir zamanda yolculuk yapıyormuşum gibi algılardım. Bu serginin girişinde de benzer bir etki yaratmak istedim. Bu yüzden, izleyiciyi zamanın akışkanlığı içinde kaybolmuş imgelerle karşılayan bir tünel yarattım. Bir anlamda serginin geri kalanına bir geçiş alanı, bir başlangıç noktası olarak konumlandırdım. Aynı şekilde, küçük boyutlu işleri sergi alanında büyük kanvasların arasına yerleştirmemin nedeni de bu. Film şeritine bakarken önce onu yüzünüze yaklaştırıp sonra güneşe tutmak için yüzünüzden uzaklaştırırsınız; o bakışın yarattığı hareketi, sergi alanında da işler arasında durmadan yakınlaşıp uzaklaştığınız bir akışla birleştirmek istedim.
Bir önceki soruya paralel bir şekilde, ana mekânın bir köşesinde yer alan heykel dikkat çekiyor. Sergi mekânının replikası olarak algılanabilecek bu heykel, izleyiciye bir küp içerisinde zamanda donmuş ve minyatür bir Melih Çebi sergisi sunuyor. Burada, başka bir sergiyi tanrısal bir bakış açısından sunmanın ve heykelleştirmenin nedeni nedir? Mekân içinde yeni bir mekân yaratmak, zaman algın ve benliğini kavrayış biçimin hakkında bize neler söylüyor?
Aslında bu iş, tüm serginin çıkış noktasını oluşturuyor. Şu anki sergimin genelini içine alan, nispeten daha durağan renklere geçmeden önce, önceki oldukça renkli işlerime uzaktan bir bakış ve hatırlama hali gibi. Bu maket, bulunduğumuz galeride gerçekleştirdiğim ilk solo sergimi temsil ediyor. O dönemde kendi yarattığım karakterler arasında sıkışıp kalma ihtimalinin yarattığı his çok baskındı. Sanat pratiğimin geleceğiyle ilgili endişeler taşıyordum. Bu yüzden, makette önceki sergimin dikkat çeken işlerini farklı renklerle tekrar tekrar üretip duvarlara astığım bir alan kurguladım. Ortada ise bu karakterin abartılı büyüklükte bir heykeli var. Heykel, korkmuş ve sıkışmış bir duruş sergiliyor.

Melih Çebi, "Your Own Shiny White Cube"
Mekân içinde yeni bir mekân yaratmak, izleyiciye aslında o eski sergiye tanrısal bir bakış açısıyla bakma fırsatı veriyor. Tıpkı kendi geçmişime ve sanat pratiğime dışarıdan bakmaya çalıştığım gibi.
Bu iş, aynı zamanda sanatçı olarak kendime koyduğum sınırları, kendi yarattığım dünyada sıkışıp kalma halini ve bu durumla yüzleşme ihtiyacımı temsil ediyor. Bu iş aslında serginin "dönüşüm" ve "yeniden doğuş" temalarının zeminini oluşturan iş. İlk sergimdeki sıkışmışlık hissim, zamanla daha derin bir anlam kazandı. Bir anlamda, sergi alanında bu maketle geçmişteki bir "yeniden üretim" sürecine ve o dönemdeki kaygılarıma dışarıdan bakmak istedim.
Bir diğer yandan, heykelin minyatür ölçekte olması, bu sıkışmışlık hissini daha da vurguluyor. Çünkü aslında bir sanatçının kendi yarattığı dünyada sıkışıp kalması, küçük bir kutuya sığmaya çalışması çok tanıdık bir durum. Bu kutu, aslında hem fiziksel hem de psikolojik bir alanı temsil ediyor. O küçük alanda kendimi ifade etmeye çalışırken, aslında dışarıya bakabilmenin yollarını aradım. Bu heykelin dışarıdan, bir tür tanrısal bakış açısıyla izlenmesi, aslında o "kutuda" sıkışan ama bir şekilde özgürlüğe, farklı bakış açılarına ulaşmak isteyen bir sanatçının içsel yolculuğunu temsil ediyor.
Bu işin, serginin geri kalanıyla olan bağlantısı da oldukça önemli. Maketin etrafındaki insan figürleri, bu kutuyu izleyen gözlerle çevreliyor. Tıpkı izleyicilerin gözleriyle sanatçıya bakmaya devam ettiği gibi, ben de zaman zaman kendi yarattığım işlere ve karakterlere dışarıdan bakarak onların yarattığı etkiler üzerinde düşünmeyi tercih ettim. Bu maket, geçmişe bir göz kırpma, içsel bir "yeniden başlama" ve "yeniden inşa etme" sürecinin simgesi oldu; aynı zamanda sanatçının, kendi dünyasında sıkışıp kalma duygusuyla yüzleşme ve bu duygudan bir adım ileriye gitme isteğini de yansıtıyor.
Anahtar, kuğu ve yılan gibi semboller dikkatimi çekti. Bu imgelerin yer aldığı kompozisyonlar bende, çocukken hastayken görülen, ateşli rüyalara özgü bir sürrealite hissi uyandırdı. Aynı zamanda, kendi hayatın üzerine kurduğun mitolojik ya da fantastik bir anlatının parçası gibi de görünüyorlar. Bu semboller senin anlatında nasıl bir rol üstleniyor?
Sergimde yer alan semboller, hem kişisel geçmişime hem de modern yaşamın bizlere sunduğu belirsizliklere dair bir iç yolculuğu simgeliyor. Anahtar bu semboller arasında özel bir yer tutuyor. Ailemde marangoz olan dedemin kapılar ve anahtarları üzerine çalıştığını kısa sonra önce öğrenmem ile birlikte, çok uzun zamandır resimlerimde kullandığım bu sembolün bilinçaltımdaki yeri ile ilgili de açılımlar yaşadım. Bu anahtarlar, onun ölümünden sonra atölyesinde bulduğum ve zaman zaman arkadaşlarıma teslim ettiğim anahtarlar. Bu nesneler, zamanla bir "yolculuk" ve "erişim" arayışını simgelemeye başladı; hayat içinde karşımıza çıkan yeni kapılar, yollar ve bunlara dair bilinçli ya da bilinçsiz arayışlarımız.
Serginin girişindeki sunağa asılı olarak görülebilecek bu anahtarlar, sadece birer fiziksel nesne değil, aynı zamanda belirsizlikler, sorular ve yanıtlar arasında bir yolculuğa çıkma arzusunun sembolü. Her anahtar, yeni bir kapıyı açma potansiyeli taşıyor, ancak bu kapıların her biri farklı bir yolculuğa, farklı bir keşfe açılıyor. Hayatın farklı bölümlerinde, geçişlerde topladığımız veya bıraktığımız anahtarlar, bir macera oyununun parçaları gibi karşımıza çıkıyor. Bazen, o anahtarların ne işe yaradığını ya da hangi kapıyı açtığını bile bilmiyoruz. Fakat her yeni kapı, yeni bir soru, yeni bir fırsat ve bazen de belirsizlik taşıyor. Bu süreç, tıpkı bir oyunun seviyelerini geçerken hissettiğimiz kararsızlıklar gibi, bizlere hem denemeyi hem de ilerlemeyi öğretiyor.

Melih Çebi, Can't Come Still Emerging
Pilot Galeri
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Kuğu ve yılan gibi diğer semboller ise, farklı mitolojik ve psikolojik katmanları barındıran imgeler. Ve haklısın, aynı zamanda rüyalarımda karşıma çıkan karakterler. Kuğu, genellikle zarafet ve estetiği simgelerken, aynı zamanda içsel dönüşümü ve "görünmeyeni" arayışımı anlatıyor. Bu zarif ama bir o kadar da katı simge, kendimi hem görsel olarak hem de duygusal olarak ifade etmeye çalıştığım o ince çizgiyi simgeliyor. Kuğunun içindeki saklı gücü ve dönüşümünü ifade etmeye çalışıyorum.
Yılan ise, hem eski hem de yeni bir sembol. Hem tehlikeyi hem de yenilenmeyi simgeliyor. Yılanın derisini değiştirmesi, sürekli olarak kendini yenileyen bir varlık olarak içsel dönüşümümün bir simgesidir. Yılanın bu dönüşümü ve gücü, zamanla geçirdiğim değişimlerin, yıkımların ve yeniden yapılanmaların bir ifadesi. Aynı zamanda, yılanın şekli ve hareketi, bana çok farklı bakış açılarını, dönemeçleri ve yaşamın beklenmedik yönlerini hatırlatıyor.
Sergimdeki bu semboller, aslında birer arketip gibi, geçmişin, şimdiye ve geleceğe bakışımın sembolik temsilleri olarak karşımıza çıkıyor. Her sembol, bir anlamda, benliğimi, kaygılarımı ve dönüşümümü anlatan birer araç olarak yer alıyor. Hem kişisel bir mitoloji oluşturuyor hem de izleyiciye, hayatın her aşamasında karşılaştığımız sembollerle, her yeni kapı ve fırsatla ne kadar farklı yollara sapabileceğimizi hatırlatıyor.
Sergide, açık yeşil ve bordo tonlarında üretilmiş resimler öne çıkıyor. Bu renk seçiminde seni etkileyen neydi? Bu resimlerin yanında sunduğun enstalasyon ve heykellerle kurdukları tezat, onları farklı bir bağlama mı yerleştiriyor? Belki de bu ayrım, zaman algısına dair farklı bir katman öneriyor.
Sergimde Crimson Red, Emerald Green ve Titanium White olmak üzere yalnızca üç renk ve bu renklerin kombinasyonlarıyla çalıştım. Bu üç rengin seçimi, işlerin oluşturulma sürecinde de önemli bir dönüşümün ifadesi oldu. Renklerimin birleşimi, serginin temalarına paralel bir şekilde monotonlaşan bir yapıyı vurguluyor. Bu aynı zamanda üretim sürecimdeki bir yavaşlamayı da yansıtıyor. Akrilik gibi hızlı kuruyan boyalardan, yağlı boyaya geçiş yapmam da bu sürecin bir parçasıydı. Akrilik, hızlı bir sonuç almayı teşvik ederken, yağlı boya ile geçişimle birlikte işlerimin üretim süreci yavaşladı. Bu yavaşlama ve dönüşüm, hem renk hem de teknik olarak serginin genel temasına katkıda bulundu.

Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Renklerin ve tekniklerin birleşimi, sadece işlerin imgeleriyle değil, aynı zamanda kullanılan malzemelerle de bu dönüşüm ve duraklama sürecine gönderme yapıyor. İşlerin renklerindeki monotonlaşma, zamanın akışını, belirli bir duraklama ya da bir şeylerin yeniden şekillenmesi sürecini simgeliyor. Bu da serginin mekânındaki geçişi, dönüşümü ve duraklamayı hem görsel hem de duygusal olarak pekiştiriyor. Yani bu sergi, sadece taşıdığı imgelerle değil, renk ve medyum değişimiyle de aynı süreci izleyiciye aktarıyor.
Sergide yer verdiğin izolasyon temasının, izleme ve izlenme eylemleriyle sıkı biçimde ilişkili olduğunu düşündüm. Örneğin, cam bir biberon ya da bardağa sıkışmış figürlerin, senin imzan hâline gelmiş, ikonlaşmış yüz ifadeleriyle bakan karakterler tarafından izlendiğini görüyoruz — üstelik çoğu zaman rahatsız edici bir yakınlıktan. Bazı sahnelerde ise bu izole figür, izleyen konumuna geçiyor; örneğin telefona kilitlenmişken. İzolasyonun, izleme ve izlenme halleriyle kurduğu bu ilişkiyi nasıl tanımlarsın?
Sergide yer verdiğim izolasyon temasının, izleme ve izlenme eylemleriyle olan ilişkisi serginin en belirgin dinamiklerinden biri. Cam biberon ve şarap kadehi içindeki figürler, tıpkı kendi kabuklarına hapsolmuş gibi sıkışmış hâlde duruyorlar. Bu kapların şeffaflığı, izleyiciye içerideki figürleri gözetleme ve hatta izinsiz bir bakış atma fırsatı tanıyor. Ancak bu figürler sadece sergi dahilinde izlenmekle kalmıyor; aynı zamanda kendi kompozisyonları içinde izleniyorlar. Çünkü her iki eserin de kanvasın iki yanında yer alan büyük yüzler, adeta bu figürleri göz hapsinde tutan birer devasa bakış gibi konumlanıyor.
Bu yüzler, aslında serginin genel temasını destekleyen bir başka katmanı oluşturuyor. Hem izlenen hem de izleyen konumunda olmak... Bu iki işteki figürler, içinde bulundukları cam kapların içine sıkışmış olsalar da, aynı zamanda dev bakışların odağında. Bir yandan kendi içine kapanmış, kendi hâlinde duran bir figür, diğer yandan devasa yüzlerin bakışları altında izleniyor. Bu bakışlar, izleyiciye izlendiklerini hatırlatıyor ve onları da izleyen konumuna sokuyor. İzolasyon, sadece fiziksel bir sınırlandırma değil, aynı zamanda sürekli izlenme hâlinin getirdiği bir psikolojik yük olarak da karşımıza çıkıyor.
Öte yandan, serginin diğer işlerinde de bu izleme ve izlenme döngüsüne dair ipuçları görmek mümkün. Örneğin, telefona kilitlenmiş figürler, kendi iç dünyalarına çekilmiş gibi görünseler de, aslında dijital dünyada sürekli izlenen ve izleyen bir döngüye dahil olmuş durumdalar. Bu işler, serginin genelindeki o “kutu” hissiyatını, dijital dünyadaki görünürlük ve gizlenme dinamikleriyle de pekiştiriyor. İzlenme, hem fiziksel bir sınır hem de dijital bir sahne olarak sergide kendini gösteriyor.

Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
İlk kişisel sergin Baby on Board ile Can’t Come, Still Emerging arasında katettiğin yoldan biraz bahsedebilir misin? Baby on Board'da sanat dünyası içinde kendine bir alan aradığın vurgulanırken şimdi ise bu alanın bir parçası olmanın üretim sürecine nasıl bir etkisi oldu?
İlk sergim Baby on Board, isminden de belki anlaşılabileceği gibi, uzun bir süreye yayılan, ve çalışma sürecinde işlerin birbirleri arasındaki bağının, her işi bir diğerine bağlayan görünmez iplerin çok da farkında olmadığım, aslında bir nevi insanlara merhaba, ben buradayım diye seslenmek istediğim bir sergi olarak ortaya çıktı. Yaptığım bu resimleri ilk kez bir beyaz küpte birbirlerini izlerken gördüğümde, aslında ilk kez, yaptığım her işin bir diğeri ile olan bağını, etkileşimlerini gözlemlediğim, kendimle yüzleştiğim ve bazı farkındalıklar yaşadığım bir dönemin kapılarını araladım. Bu dönemden sonra hayatıma ait bir çok kapanış yaşamak zorunda kaldım ve aslında yeni ve uzun bir sürece giriş yapmış oldum. Şu anki sergim Can't Come, Still Emerging'in ismi de bu uzun izolasyon sürecine atıfta bulunun anlamlar taşıyor. Bu sergide hem kendimde hem de diğer insanlarda nerelere dokunmak istediğimin oldukça bilincindeyim. Uyandırdığım hisler derinleşti ve bu sefer bu hisler beni şaşırtmıyor, aksine gülümsetiyorken, önceki işlerimin hepsinde görünün gülen yüzler yerini bu sergi genelinde ironik bir şekilde daha kayıtsız yüzlere bırakıyor. Belki de büyümekle beraber gelen bazı aydınlanlanmaların bilinci bu ifadesiz yüzlerde mevcut.
A transformation from the fool to the wizard.

Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
İmzan hâline gelen yüzleri sunduğun bağlamlar ne ölçüde değişkenlik gösteriyor? Bu “maske suretler” neye atıfta bulunuyor? Onları kendinden bir alter ego olarak mı sunuyorsun, yoksa sana tamamen yabancı karakterler mi?
Sorunun cevabı aslında ikisi de olabilir. Maskelerin altında yatan anlamı seyirciye net olarak sunmak istemiyorum aslında. Her şeyi tek bir yüz ifadesi arkasında birleştirmek bende birbirimizden aslında çok da farklı olmadığımız fikirini uyandırıyor. Kendime özel olduğunu sandığım bir çok his ve düşünce aslında oldukça evrensel ve sıradan. Bu sıradanlık hissini hepsi birbirine benzeyen karakterle vermeyi seviyorum. Çoğu zaman yaptığım her işte kendi portelerimi resmettiğim sanılsa da aslında kendimi ve seni aynı çatı ve suret altında resmetmeyi hedefliyorum. Aynı soru işlerimde bazen güneş, bazen ay olarak beliren imgeler içinde sorulabilir. Güneşi de ayı da aynı çatı altında, aynı şey olarak görebildiğimiz bir realiteyi sorguluyorum. Aydınlığını ve karanlığını aynı anda sahiplenmek. Bilmem, ifade edebildim mi?
- Can't Come, Still Emerging, Pilot Galeri'de 4 Haziran'a kadar görülebilir.