19. yüzyılın sonlarında İstanbul tüm zarafetiyle Avrupalı seyyahlar için büyüleyici bir duraktı. Kadim medeniyetlerin mirasını cömertçe sergileyen başkent, Batılı gezginlerin anlatılarında her zaman özel bir yer edinmişti. Bu anlatılardan biri de 1893 yılında İstanbul’a gelen İngiliz seyyah Georgina Max Müller’in yazdığı mektuplardan derlenen İstanbul’dan Mektuplar adlı eser. 1897 yılında Letters from Constantinople adıyla Londra’da yayımlanan eserin Türkçe çevirisi 1978 yılında Tercüman gazetesinin 1001 Temel Eser Serisi kapsamında okuyucularla buluşuyor. Müller, şehri adım adım keşfederken yazdığı mektuplarda, Osmanlı başkentinin sosyal, kültürel ve siyasi dokusunu ustalıkla betimliyor ve okuyucularına dönemin İstanbul’unu adeta yeniden yaşatıyor.
Georgina Max Müller, dilbilimci ve meşhur bir oryantalist olan eşi Friedrich Max Müller’le birlikte İngiliz Sefareti’nde görev yapan oğullarını ziyaret etme maksadıyla İstanbul’a geliyor. Ancak bu ziyaret, bir aile buluşmasının ötesinde, dönemin Osmanlı toplumuna dair önemli gözlemler içeren bir seyahat anlatısına dönüşüyor. Entelektüel birikimi yüksek, dikkatli bir gözlemci olan Georgina, İstanbul’un sokaklarından saray yaşamına, halkın gündelik hayatından Osmanlı idaresine kadar geniş bir yelpazede gözlemlerini kaleme alıyor.
Mektuplarında İstanbul’u, hem hayranlık uyandıran hem de kendisini yabancı hissettiren bir şehir olarak tasvir eden seyyah, kimi zaman oryantalizmin rüzgârına kapılsa da çoğunlukla açık fikirli ve anlamaya gayret eden bir gözlemci olarak öne çıkıyor. Avrupalı perspektifinden mistik ve egzotik görülen İstanbul’daki günlük yaşamı, yer yer eleştirel ancak empatik bir dil kullanarak betimliyor. Osmanlı toplumunun geleneklerine, kadın-erkek ilişkilerine, çarşı pazar yaşamına ve saray erkânının ritüellerine dair gözlemleri, bir Batılı ziyaretçinin şaşkınlık ve hayranlık arasında gidip gelen ruh halini yansıtıyor.

Ayasofya'nın 1886 (?) yılından bir görünümü.
AYASOFYA: (C) MUSEUM OF ETHNOGRAPHY, FOTOĞRAF: GUILLAUME BERGGREN
Güzellikler şehri
Her ne kadar Georgina oğlundan aldığı mektuplarla İstanbul’a dair bazı fikirler edinse de, şehrin büyüleyici doğası ve tarihî atmosferi onun için büyük bir sürpriz oluyor. Dar sokaklardan yükselen baharat kokuları, çarşıların kalabalığı, ihtişamlı camiler ve Boğaz’ın serin meltemi, İstanbul’u onun gözünde adeta bir masal diyarına dönüştürüyor. Georgina, İstanbul’un neden Avrupa’daki diğer turistik duraklar kadar popüler olmadığını sorgularken de şu satırları kaleme alıyor:
Ne için acaba bütün bu insanlar her sene tekrar tekrar Almanya, İsviçre ve Roma'ya gidiyorlar da yolculuklarını birkaç gün daha uzatarak, yepyeni bir âlem olan, mükemmel bir iklime sahip İstanbul'a gitmiyor? Roma'daki Trevi Çeşmesi ve Nil nehri için söylenen sözler aynen Boğaz suları için de söylenebilir: Bunları bir defa gören insan daima bu yerleri görme arzusunu içinde duyar.
Max Müller çifti Boğaz’daki doğal ve mimari güzelliklere büyük bir hayranlık duyuyor. Mektuplarda Boğaz’daki pırıl pırıl parlayan cami kubbeleri ve ince minarelerin, denizle birleşen zarif silüeti uzun uzun betimleniyor. Işıldayan bembeyaz mermerlerin, her biri birer sanat eseri gibi yükselen saraylar ve yalıların, denizin sakin yüzeyine yansıyarak tüm şehri birer mücevher gibi parlattığı anlatılıyor.
Yıldız Sarayı’nda bir akşam yemeği
Max Müller çifti, İstanbul’da geçirdikleri süre boyunca Sultan II. Abdülhamid tarafından Yıldız Sarayı’na yemeğe davet ediliyor. Georgina bu özel davetle ilgili yazdığı bölümlerde sarayın zarif atmosferini ve davette ikram edilen gösterişli yemekleri büyük bir özenle şöyle kaydediyor:
YEMEK LİSTESİ
23 Haziran 1893
Windsor Çorbası
Etli, balıklı, peynirli börekler
Joinville usulü kalkan balığı
Royal usulü kuzu
Supreme usulü mantarlı tavuk
Bıldırcınlı börek
Kuşkonmaz
Punch
Piliç kızartması
Pilav
Victoria usulü ananas
Vanilyalı Bavaroise
Dondurmalar
Çoğunlukla Fransız ve İngiliz mutfaklarına ait yemeklerin yer aldığı bu menüde, padişah ve devlet adamları içmeseler de, şarap servisi yapıldığı bilgisi de yer alıyordu. Max Müller çifti saraydaki yemek adabından da epey etkileniyor. Aktarılanlara göre akşam yemeği, bir çeşit sosyalleşme ve kültürel ritüel gibi; saray üyeleri arasında yapılan konuşmalar, misafirlerin birbirlerine gösterdiği saygı ve servisin kusursuzluğu, dönemin Osmanlı aristokrasisinin zarif ve titiz yaşam tarzını gözler önüne seriyor. Georgina, yemek esnasında her şeyin ince bir zarafetle işlediğini, her detayın özenle planlandığını yazıyor. Max Müller’ler bu ziyafette, Osmanlı aristokrasisinin yaşamını gözlemleme fırsatı buluyor, her bir detayda imparatorluğun gücü ve kültürüyle ilgili çıkarımlar yapıyorlar.
Osmanlı kadınları
Georgina’nın ilgilendiği konulardan biri de Osmanlı kadınlarının yaşamı oluyor. Osmanlı kadınlarının yaşamına dair edindiği izlenimler çoğunlukla dolaylı yollardan, davet edildiği konaklardan, sokakta karşılaştığı kadınlardan ve saray çevresindeki sohbetlerden ibaret. İstanbul’un farklı kesimlerinden kadınlarla tanıştıkça onların yaşamlarına dair Batı’da kabul gören algının gerçeklikle uyuşmadığını fark ediyor. Mektuplarından birinde bu durumu şöyle açıklıyor:
Türk kadınlarının dış dünyanın gözlerinden uzak bulunduklarını düşünerek onların sosyal hayatta hiçbir rolleri ve tesirleri yok sanmak, çok büyük bir hata olur.

Georgina Max Müller mektuplarında İstanbul'u, hem hayranlık uyandıran hem de kendisini yabancı hissettiren bir şehir olarak tasvir ediyor.
İSTANBUL: (C) TARTU ÜNİVERSİTESİ SANAT MÜZESİ
Georgina kadınların sokağa çıkarken yüzlerini tüllerle örttüklerini ve gözle görülür bir mahremiyet içinde hareket ettiklerini, ancak bunun dünyadan kopuk oldukları anlamına gelmediğini söylüyor. Osmanlı kadınlarının evlerinde, konaklarda, hamamlarda bir araya geldiklerinde neşeli, konuşkan ve hayat dolu olduklarını vurguluyor, güçlü sosyal bağları olduğunu savunuyor.
Onun gözlemlerine göre varlıklı Osmanlı kadınları kendi dünyalarında oldukça aktif bir yaşam sürüyor. Kendi aralarında misafirliklere gidiyor, edebiyat ve müzikle ilgileniyor, hayırişleri için toplantılar düzenliyorlar. Bazıları ise el altından ticaretle uğraşıyor, mücevher ve kumaş alım satımı yaparak ekonomik anlamda da güçlü bir konum elde ediyor. Mektuplarında, Osmanlı kadınlarının yalnızca kıyafetlerindeki ince işçilik ve ipek kumaşlarla değil, aynı zamanda beden dilleri, konuşmalarındaki yumuşaklık ve misafirperverlikleriyle doğuştan gelen bir estetiğe sahip olduklarını yazıyor. Ancak Georgina’nın en çok dikkatini çeken, Osmanlı kadınlarının Avrupalı kadınlara göre zamanı farklı algılamaları oluyor. Osmanlı yaşamında aceleye yer yok; kadınlar saatler süren kahve sohbetlerinde, hamam eğlencelerinde, akşam yemeklerinde hayatı ağırdan alıyor, ânın tadını çıkarıyorlardı. Oysa Avrupa’da zaman, uzun süredir ticari bir perspektiften algılanmaya başlamıştı bile.
Georgina’nın Osmanlı toplumuyla temasları arttıkça, Avrupalıların zihinlerinde şekillenen “tutsak kadın” imajının, gerçekte çok daha karmaşık ve incelikli bir sosyal yapı içinde var olan Osmanlı kadını gerçekliğiyle yer değiştirdiği söylenebilir.

Ayasofya'nın net görünümü. Müller mektuplarında İstanbul'daki yapıları da detaylarıyla anlatıyor.
AYASOFYA: (C) BERLİN TEKNOLOJİ ENSTİTÜSÜ MİMARLIK MÜZESİ
Muharrem matemi
Max Müller’ler İstanbul’daki seyahatleri boyunca Osmanlı toplumunun sosyal ve kültürel yapısına dair çok sayıda gözlemde bulunmuş, farklı kesimlerden insanlarla temas kurarak şehrin karmaşık yapısını anlamaya çalışmışlardı. Bu gözlemlerinden biri de Muharrem ayında gerçekleşen ve şehirdeki İranlılar için büyük bir manevi öneme sahip olan Aşure törenleriydi. Osmanlı coğrafyasında azınlık bir grup olarak bulunan İranlı Şiiler, yas törenlerini büyük bir tantanayla başkentin kalbinde gerçekleştirebiliyorlardı.
Çift, anma törenlerine katılma fırsatını İran sefirinin özel daveti sayesinde elde ediyor. Törenlerin düzenlendiği Büyük Valide Han’a vardıklarında, onları etkileyen ilk şey, kalabalığın derin bir hüzünle oluşturduğu manevi atmosfer oluyor. Müzik ve ilahilerle yoğun bir duygu seline kapılan cemaat, peygamberin torunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in trajik ölümünü anarken gözyaşlarını tutamıyor, bazıları başlarını öne eğerek dualar ediyor, kimileri ise yüksek sesle mersiyeler okuyarak acısını dışa vuruyordu.
Georgina, bu ritüellerin bir parçası olmasa da, izleyici olarak derinden etkilendiğini yazıyor. Törenin görsel ve işitsel unsurları yas atmosferini daha da yoğun hale getiriyordu. Katılımcılar siyahlar içinde, kimi zaman kendi bedenlerine hançerler veya zincirlerle vurarak, kimi zaman da hep bir ağızdan mersiyeler okuyarak matem törenlerini icra ediyorlardı. Georgina, bu törenin Batı’daki dinî ayinlerden çok farklı olduğunu, bireysel ibadetten öte kolektif bir yas atmosferi içinde gerçekleştiğini not ediyor.
Bu deneyim, Georgina için Osmanlı İstanbul’unun çok katmanlı bir dinî yapıya sahip olduğunun önemli bir göstergesi. Şehirde farklı dinî gruplar, kendilerine özgü ritüellerle varlıklarını sürdürüp geleneklerini yaşatabiliyorlardı. İstanbul, her köşesinde farklı bir dünyayı barındıran ve toplumun bütün karmaşıklığını yansıtan büyük bir kültürel sahneydi. Georgina bu sahnenin izleyicisi olarak kalmakla yetinse de, gözlemlediği her ayrıntı, onun şehre dair algısını derinleştiren birer pencere olmuştu.
Eski Eserler Müzesi ve Sayda Lahitleri
Max Müller çifti henüz birkaç sene önce açılan Asar-ı Atika Müzesi’ni (Eski Eserler Müzesi) ziyaret edip arkeolojik eserlere büyük ilgi gösteriyorlar. Ziyaretlerinin odak noktası 1887 yılında Osman Hamdi Bey tarafından yürütülen Sayda kazılarında keşfedilen lahitler oluyor. Bu lahitler Fenike ve Antik Yunan kültürlerinin etkilerini bir arada barındıran sanat harikalarıydı. Özellikle figüratif tasarımları ve ince işçilikleriyle dikkat çekiyorlardı. Sayda Lahitleri bulunmalarından kısa bir süre sonra Avrupa’da büyük ün kazanarak arkeologlar ve sanat tarihçileri arasındaki tartışmaların odağına yerleşmişlerdi. Osman Hamdi Bey’in müzenin inşası tamamlanana kadar eserleri kilit altında tutması Batılı araştırmacıların eleştirilerine neden olmuştu. Osman Hamdi Bey’in arkeolojik keşfi etrafından şekillenen tartışmalar, genellikle Batı’nın kültürel üstünlüğünü savunan ve Osmanlıların bu eserleri koruma ve sahiplenme yeteneğini sorgulayan kültürel kolonyalizmin tipik argümanlarını bünyesinde barındırıyordu.
Georgina’nın mektuplarında takındığı tavır ise bu görüşün aleyhindeydi. O, Osmanlı toplumunun yetiştirdiği hakiki bir sanatseverin bu eserlerin korunmasında oynadığı rolün önemine dikkat çekiyordu. Bazı Avrupalıların bu eserlere sahip çıkılmasına homurdandıklarını, Osmanlı topraklarından çıkan eski eserleri kaçırmayı, çalmayı veya her türlü yola başvurarak elde etmeyi hak gördüklerini söylüyordu. Ona göre, Sayda kazılarında elde edilen lahitler, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel mirasa sahip çıkma çabasını değil, aynı zamanda İstanbul’daki müze koleksiyonlarının dünya çapında tanınma potansiyelini de gözler önüne seriyordu. Bu eserlerin İstanbul’da sergilenmesinin önemine vurgu yaparak, Sayda Lahitleri’nin, tıpkı British Museum’daki Parthenon mermerleri veya Louvre’daki “Milo Venüsü” gibi, dünya çapında bir cazibe merkezi oluşturacağını savunuyordu. Bu noktada, Georgina, Batılıların Osmanlıların kültürel mirası koruma kapasitesinin küçümsemelerine karşın, İstanbul'da bu eserlerin sergilenmesinin hem sanatsal hem de kültürel anlamda büyük bir önem teşkil ettiğini iddia ediyordu.
Oryantalizm ve karşıtlıklar
Max Müller'in İstanbul’dan Mektuplar’da, Avrupalı entelektüel bir gezginin bakış açısıyla 19. yüzyıl İstanbul’unun tarihî, kültürel ve toplumsal yönleriyle portresini çiziyor. Georgina, şehrin büyüleyici güzelliklerine duyduğu hayranlığın yanı sıra, İstanbul’un çok katmanlı sosyal yapısına dair dikkatli gözlemler yaparak, Avrupa’da kabul görmüş önyargıları ve yanlış anlaşılmaları sorguluyor. Özellikle, Osmanlı kadınlarının toplumdaki yerini ele alırken “tutsak kadın” imajını reddediyor ve kadınların sosyal yaşamda önemli bir rol oynadığını vurguluyor. Ayrıca, İstanbul’daki dinî ve kültürel çeşitliliği yansıtan gözlemleriyle, şehirdeki farklı grupların kendi inançlarını ve geleneklerini özgürce yaşadığını gözler önüne seriyor. Georgina’nın Eski Eserler Müzesi ziyareti ve özellikle Sayda Lahitleri’ne dair yazdığı satırlar, Osmanlıların arkeolojik buluntuların korunmasına gösterdiği özenin bir kültürel miras koruma meselesi değil, aynı zamanda uluslararası sahnede önemli bir yer edinme çabası olduğunu iddia ediyor.
İstanbul’dan Mektuplar sıradan bir seyahatname olmanın ötesinde, 19. yüzyıl İstanbul’una dair kapsamlı bir sosyokültürel analiz sunuyor. Georgina Max Müller’in gözlemleri, yalnızca şehrin tarihî ve kültürel zenginliğini birinci elden deneyimleyen bir seyyahın anlatısı olmakla kalmadı; aynı zamanda o dönemde Osmanlı başkentine ilişkin Avrupalı bakış açısını ve oryantalizmin izlerini anlamamıza da önemli bir katkı sağladı.