Bu yazıya 74. Berlin Uluslararası Film Festivali’nin ortasına doğru yaklaşırken iki film arasında oturduğum kafede başlıyorum. Kulağım benim gibi iki film arasında hızlı bir kahve içmeye uğrayan diğer müşterilerin konuşmalarını seçiyor. Konuşmalara şimdiden, yarışma filmlerinin ilk gösterimlerinin yapıldığı Berlinale Palast’a da yakın olduğumuz için, ödüllerin kimlere gideceği konusu hâkim. Birazdan izleyeceğimiz film Langue Étrangère, ödül tahminlerinde kartları yeniden dağıtacak. Tıpkı cumartesi akşamki ödül törenine kadar izleyeceğimiz her film gibi.
Film başlamadan önce koltuk komşularımdan biri “Geldiğim gün yarışmadaki en iyi filmi izledim galiba, daha iyisini bulabileceğimi zannetmiyorum” diyerek akşam izleyeceğimiz La Cocina’ya dair iştahımızı kabartıyor. Gerçekten de bu siyah-beyaz mutfak draması, iki buçuk saate yaklaşan gösterimi ardından salondan yüklü bir alkış alıyor. The Grill adlı restoranın mutfağını, dünyanın nasıl işlediğinin bir mikrokozmosu olarak kurguladığını söyleyen yönetmen Alonso Ruizpalacios, kast sisteminin oldukça görünür olduğu bir yerde nasıl hayatta kalındığı sorusuna eğiliyor. La Cocina’nın mutfak üzerinden kurduğu anlatısı ilk bakışta The Bear’i hatırlatsa da Ruizpalacios The Bear’dan çok daha steril bir film evreni yaratıyor. Üstelik dünyanın nasıl işlediğine dair kurguladığı mikrokozmos da sınıf mücadelesini ele alırken risk almaktan kaçınıyor görünüyor.
Yarışma filmlerinden yüklü bir alkışa mahzar olan diğer bir film ise Matthias Glasner’in Sterben filmi oluyor. Üç saat süren film boyunca salondan farklı tepkiler yükseliyor: kahkahalar yerini bazen üzüntüye bazen iğrenmeye bırakıyor. Beş bölüm ve bir epilogluk film, Lunies ailesinin üç ferdinin hikayesini birbirleriyle konuşacak şekilde işliyor. Film, aile fertlerinin anlatılarına eşlik eden yan hikâye ve karakterleri de ustalıkla örüyor. Filmin başrollerinden Corinna Harfouch ve Lars Eidinger’in isimleri öne çıkıp En İyi Oyuncu ödülü için hemen tahmin listelerine eklenmiş olsa da Sterben diğer oyuncularıyla birlikte oldukça iyi bir ansambla sahip
Yarışmanın beni etkileyen diğer filmleriyse Mati Diop’un, 1892 yılında Fransız sömürge birlikleri tarafından yağmalanan Dahomey Krallığı'na ait 26 kraliyet hazinesinin Benin’e iade sürecini takip ettiği Dahomey’i; bu kadar üretken olmasına her seferinde çok şaşırdığım Hong-Sang Soo’nun Isabelle Huppert’li Yeohaengjaui Pilyo’su ve absürt sinemanın yılmaz neferi Bruno Dumont’un L’empire’i oluyor. 74 Cannes Film Festivali’nde The Worst Person In The World ile En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kucaklayan Renate Reinsve yarışmada iki filmle yer alıyor. Reinsve’nin Another End ve A Different Man’deki performansları oldukça iyi ancak maalesef iki film de ümitvâr başlangıçlarından sonra ritimlerini korumakta zorlanıyor.
“Kriz zamanlarında” festival düzenlemek
Biraz önce ödül tahminlerinin havada uçuştuğu kafenin yakınından geçenler ise Filistin için Film İşçileri’nin (@filmworks4pal) günlük nöbetini görecekler. Festivalin ilk haftasonu başlayan nöbet “yas odaklı ve şiddet içermeyen” şekilde yarım saat süresince gerçekleştiriliyor. Sinema işçileri nöbete katılacaklara kefiyelerini giymelerini ve beyaz çiçeklerle gelmelerini öneriyor. Kolektif, nöbetler dışında Berlinale katılımcılarını ses çıkarmaya ve aksiyon almaya davet etmek için festival bünyesinde Gropius-Bau’da gerçekleşen Avrupa Film Marketi’ne (EFM) bir çıkartma düzenleyip “Özgür Filistin” ve “Ateşkes, şimdi” nidalarını yükselttiler. Afişleri ve broşürleri ise EFM ekibi tarafından hızlıca toplatılmaya çalışıldı.
Halbuki Berlin’e vardığım ilk gün Berlinale Palast’ın büyük ekranına yansıtılan “Demokrasiyi Savun” yazısının altında yüzlerce kişi rahatça sesini yükseltiyordu. Bu protesto son zamanlarda aşırı sağ parti AfD’ye karşı yükselen toplumsal muhalefetin bir tezahürü. Kırmızı halıda oyuncu Pheline Roggan “FCK AFD” yazılı kolyesiyle yürüyor. Erbil Ayalp festivalin ilk gününden beri ısrarla giymeye devam ettiği üzerinde kocaman bir Berlinale ayısının olduğu yine “FCK AfD” yazılı ceketiyle film gösterimlerine katılıyor. 70. Berlinale’de Never Rarely Sometimes Always ile Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan yönetmen Eliza Hitmann, ceketinin arkasında bulunan “Ateşkes, şimdi” yazısı görünecek şekilde fotoğrafçılara poz veriyor. Birkaç gün sonra La Cocina’nın başrolü Raúl Briones geleneksel imza seremonisinde fotoğrafının altını “Özgür Filistin” yazarak imzalıyor, salondan tereddütlü bir alkış yükseliyor.
Tüm bu bireysel ve kolektif müdahaleler film festivallerinin sadece film izlemekten ibaret olmadığını, bir kamusal alan ve sahne yarattığını hatırlatıyor. Festivalin kendisini nasıl konumlandırmak istediği, bu kamusal alanı nasıl kurguladığı ise bambaşka bir soru. Festivalin geçtiğimiz edisyonda Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş üzerine açıkça kurulan diskuru bu sene daha yuvarlak biçimde “kriz zamanları”na evrilmiş durumda. “Kriz Zamanlarında Bir Araç Olarak Film Yapımı” oturumları, salon girişlerine koyulan “Filmler birleştirir, nefret ayırır” ve “Film, insan hakları için savaşıyor” stickerları öncelikle krizin ne olduğuna dair yapılacak samimi bir müdahaleyi görmezden geliyor gibi.
Festival başlamadan hemen önce festivalin çeşitli paydaşları tarafından çalıştıkları kurumun müdahale alanını genişletmesi gerektiğinin altını çizen ve ateşkes çağrısına katılan bir açık mektup yayınlanması da işte bu yüzden. “Almanya'da kültür sektöründeki kurumsal ataletin dayanılmaz dinamiklerinin acı bir şekilde farkında olduklarını” söyleyen paydaşlar, ses çıkarmaya getirilen mevcut sınırlamaların altını çiziyor ve ekliyor: “Festivali ve kendimizi daha yüksek bir standarda taşımak istiyoruz. Berlinale gibi uluslararası bir platform ve bizler, programcı, danışman, moderatör, kolaylaştırıcı ve alan tutucular; diğer Berlinale çalışanlarıyla birlikte, Filistinlilerin yaşamına yönelik mevcut saldırıya karşı muhalefetimizi dile getirebiliriz ve getirmeliyiz. […] Dünya Gazze'de gazeteciler, sanatçılar ve sinema işçileri de dahil olmak üzere akıl almaz sivil kayıplarına tanıklık ederken, sektörün ‘daha güçlü kurumsal duruşlara’ ihtiyacı vardır.”
Tüm bu bireysel ve kolektif müdahalelerin festivalin kurumsal ataletine hiç etki etmediğini söylemek güç; festivalin başlamasına birkaç gün kala festivalin bazı AfD üyelerini açılışa davet ettiği ortaya çıkmış; gelen tepkiler üzerine festival, davetleri geri çektiğini açıkladığı bir metin yayınlamıştı. Yine atalet eleştirilerinden kaçınmak için kamusal alanlarda çatışmayı tartışmak için oluşturulan mobil bir girişim olan Tiny House ile katılımcıları “kriz zamanları”nda diyaloga davet ediyor. Ancak bu “kriz zamanları”nı besleyen hatta yaratan şeylerden birinin de ateşkes istemekten bile imtina eden bu sessizlik olduğu aşikâr. Bu yazıyı yarışma filmleri ve her konuşmaya sızan ödül tahminleriyle başlatmamın nedeni cumartesi akşamki ödül törenini sadece sinemaseverlerin değil, birçok kişinin takip edecek olması. Uluslararası birçok aktörün, gazetecinin, kurum ve kuruluşların ve hatta politikacıların gözü ödül töreninde olacak. Festival büyük ihtimalle kurumsal ataletini üstünden atıp ateşkes çağrısına katılmayacak olsa da, yukarıda bahsettiğim bireysel ve kolektif müdahalelerin, ateşkes çağrılarının daha görünür kılınacak olma ihtimali -en azından benim için- ödülleri kimin kucaklayacağından çok daha önemli olacak.