“[Gökkuşağı] bir yerde var olan mutlak bir şey değil; bunun yerine güneş, su damlacıkları ve gözlemci arasındaki ilişki tarafından üretilir.”
Kengo Kuma
Aslı Seven küratörlüğündeki İki Güneş Altında, görüntünün doğması için ışığa ihtiyaç olduğu kadar, kapalı bir kutuya da muhtaç olduğumuz fikriyle başlıyor. Serginin ilk bölümü olan “Öykünme Dürtüsü”nde eserler, “güneşin bir karanlık oda, bir makine, bir beden veya zihin gibi kapalı bir iç mekânda yakalanmasından doğan binlerce küçük güneş patlaması”na benzetiliyor.
Odunpazarı Modern Müze, güneşi kendine has ev sahipliğiyle misafir eden geçirgen bir “kapalı” kutu. Dış mekândan müzenin katlarına, katlardan izleyiciye, izleyiciden yapıtlara, yapıtlardan sanatçının zihnine doğru adım adım ısınan bir izlekte gittikçe sıcağa yaklaşıyoruz. Evrenden dünyaya yaklaşan, yaklaştıkça hızlanan, sonunda tek bir insana odaklanıp bu sefer onun bedeninde ilerledikçe hücre içine kadar uzanan görüntüleri düşünüyorum. Tıpkı bu hızlandırılmış videolarda olduğu gibi sergide de, bakmanın ve yakınlaşmanın doğrusallıktan sapan bir tarafı var. Çerçeveler ve kaideler yerinde dursa da baktıkça eğilip bükülen, anlamı genişleyen, parçalarını uzağa savurup tekrar toplayan yapıtların dinamizmi sergi boyunca kendini gösteriyor.
İnsanın anlam arayışında yalnızca kendi içine bakmakla yetinmeyişi binbir başka şeye izleyici kılıyor onu. Sergide sanatçının zihnini, izleyici olarak konumumuzun ona ne ifade ettiğini, bakışta neyin kalıcı olduğunu düşünüyorum. Bu sorular Fatma Bucak’ın video işinde iyice görünür oluyor. “Suggested place for you to see it” (Buradan izlemeniz önerilir), dans aracılığıyla iletişim kurmaya çalışan bir kadınla erkeğin videosunu izleyen 13 kadının kendi aralarında bu sahneyi yorumlayışını gösteriyor. Tuz Gölü çevresindeki köylerden davet edilen bu 13 kadını dansın sergilendiği bir ekrana bakarken görüyoruz. Baktıkları sahne görüş açımızda değil. Bizim izlediğimiz sahne ise 13 çift gözün birbiriyle konuşması. Her biri bu muğlak dansın anlamını, dansçıların kimliğini ve niyetini tahmin etmeye çalışıyor: Âşıklar mı yoksa kardeşler mi mesela, sonra hakikaten oğlan niye tepki vermiyor? “Konuşmamak insana en büyük ceza,”diyor biri. Sonra dansın da bir iletişim olduğuna hemfikir oluyorlar. “Onlar orada konuşuyor biz burada konuşuyoruz,” diyor biri. Bitince alkışlar yükseliyor önce fakat sonra izleyicinin aktif rolü bir kez daha kendini hatırlatıyor: “Alkışlayın, demediler,” diye uyarıyor kadınlardan biri, “yorum yapın, dediler.”
Onları seyrederken bayrak yarışında sıramı bekleyen izleyici oluyorum.
Fatma Bucak’ın işi, ruh sağlığı alanında eğitim amaçlı izlenen terapi kayıtlarını aklıma getiriyor. Kendi içine bakmayı amaçlayan kişi, “kendi içi” dediği şeye bir konum tayin edebilmek için bir referans noktası arar. Konuşma terapisi onun karşısındaki ötekiyle kurduğu ilişkiden sonsuz yorum olasılığı doğurur. Çerçevesi sözleşmeyle baştan belirlenmiş şekilde bu videoları çalışan klinik öğrenciler, bu derin olasılıklar denizinin izleyicisi haline gelir. Mahrem ama iki insana ait gibi görünürken aslında tüm insanlığı tasvir eden bir ilişkiler denizine dalma imkânı bulurlar. Sanatın anlam arayışını da bu ilişkinin dönüştürme potansiyeli bağlamında ele alabiliriz. Yapıt-sanatçı-izleyici üçgeninde dinamik şekilde tekrar eden bakma eyleminin kendisi, yapıtın ötesinde yeni olasılıklar doğuruyor. İzleyicinin yapıtı, sanatçının izleyiciyi kendi kapalı kutusunda, zihninde tutuşu İki Güneş Altında sergisinde şiirsel bir önermeyle görünür oluyor.
Alpin Arda Bağcık’ın “Pipotiazin”ni de bakma, “iyileştirme” ve iç-dış çerçevesine yeni bir soru ekliyor. Rembrandt’ın 1632 tarihli “De anatomische les van Dr Nicolaes Tulp” (Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi) tablosundan yola çıkan “Pipotiazin” adını, şizofreni gibi zihinsel bozukluklarda başvurulan antipsikotik ilaçtan alıyor. Bir zihin ameliyatının eşzamanlı olarak bir düzine doktor tarafından izlendiğine şahit olduğumuz eser, merakla bakılan ameliyat masasının kahramanı olan hastanın ortadan kaybolduğu bir ânı resmediyor. Görülmek ve belki de iyileşmek istemeyen bir hasta bu ya da çoktan buralardan göçen, izleyenler boşluğunun farkına varana kadar yerine bakılacak şeyler bırakan bir insan.
Bedenin içinin bir iç mekân konumunu aldığı ve bu içe bakışın sağaltımla çağrışımlarının ortaya çıktığı bir diğer an, Nejat Satı’nın “Hastalık Serisi III”yapıtı. Eserlerinde transparanlık ve hacim kavramlarıyla çalışan sanatçının bu işinde geçirgenlik bu kez tehlikeleriyle görünüyor. Ötekiyle konumlanamamış, tabiri caizse tehlikeli bir şekilde etrafa saçılmış “kendi içimiz”, eserde yemyeşil, çarpıcı bir irin misali önümüze seriliyor. “Bedenin içi ve dışı arasındaki geçirgenliğin patolojik bir ifadesi” olarak hastalığı anımsatan eser, bu kez ters gitmiş bir bakma-anlama-ilişkilenme eyleminin yaşanmış olabileceğini düşündürüyor.
“Yoğun yakınlık ve basınç, benlik ve öteki arasındaki sınırların genleşerek ve pıhtılaşarak ihlalini hazırlar,” diyor Aslı Seven. “Yeniden büyülenme ancak özerkliğimizin sınırlarını kabul ettiğimizde ve etrafımızı saran her türlü yaşam biçimi ve atıkla bedensel ve duygusal dolaşıklıklarımızı tamamen sahiplendiğimizde mümkündür.”
Etrafımızı saranlarla ruhsal varlığımız arasındaki geçirgenlik ve dolaşıklık, kaideyi varla yok arası bir mütevazılıkla kaplamayı seçen “Gezinen İhtiyar-Derviş”te kendini hissettiriyor. İlhan Koman’ın 1970’lerde ürettiği iş, ariflik mertebesine geçirgenliğine rağmen, hatta tam olarak bu geçirgenliği içinden dünyaya bakmayı sürdürebilmesiyle ulaşabilmiş sanki. Her şeyi meydanda, şeffaf, içi dışıyla bütünleşiyor. Ahşap bacaklarıyla, kemiklerinin arasından rüzgâr aldığı belli, yine de dünyayı görmeye devam etmek istiyor. Güneşin ve izleyicinin konumuna göre ahşap çıtaları arasından farklı ışık oyunları sunan yapıt, serginin içeriğiyle doğrudan konuştuğu gibi OMM’un sergiye ilhamını veren Kengo Kuma and Associates imzalı mimarisine de selam çakıyor.
Yapıtı sanatçısı ile izleyicinin bakışı arasında bir gezegen gibi konumlandırdığını söyleyebileceğimiz İki Güneş Altında, sanatçıyla üretimi arasındaki ilişkiye bir üçüncüyü zevkle dahil ediyor. Fikret Muallâ’nın, her ikisi de resmin dışına taşacak kadar yayılmış iki figürü resmettiği 1952 tarihli “Nü”eseri, bu olasılığın tabiatını çıplak haliyle gözler önüne seriyor. Parmak uçlarının eklemlenmesiyle birbiriyle temas eden bu iki figürün iç içe geçmiş teni üzerinde kaçınılmaz şekilde gerçekleşen sınır aşımı, yeni bir bakışın olasılığına, bir üçüncüye, izleyicinin oyuna davet edilmesine kapı aralıyor.
Sergiyi gezmemin ertesi günü rüyamda öldüğümü ve Casper’a dönüştüğümü görüyorum. Dünyada her zamanki gibi dolaşmaya devam ediyorum etmesine ama daha büyük bir keyifle – çünkü kimse beni “görmüyor”. Görünmemek her şeyi daha hafif, daha ferah hale getiriyor sanki ama yeterli değil. Kendime hemen bir hayalet arkadaş daha buluyorum. Beraber küçük ışık oyunları yaratıyoruz, minik havai fişekler, aynayla yansıtılan ışıklar... Gözleri bizi “görmeyen” diğer ölümlüleri ani ışıltılarımızla korkutarak kahkahalar atıyoruz. Sergideki yapıtların “binlerce küçük güneş patlaması”na benzetildiği cümleyi hatırlıyorum. Sanatın içinde bir kez daha ölümsüz, kahkaha atan ve görünmeyen bir şeyler geziniyor.
• İki Güneş Altında, 28 Temmuz 2024’e kadar OMM’da görülebilir.