Arama
E-bülten
E-bülten
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Arama
Sergiler
Değerlendirme

Güneş, üzüm, bellek: Trakya’dan Ege’ye bir yaz rotası

Trakya’ya doğru yola çıkıp Ege’ye indiğimiz, sarı sıcakla kuşanarak coğrafyanın sunduklarını beş duyumuzla algılarken sanatla hemhal olduğumuz yaz duraklarındayız.

Seren Erciyas
30 Haziran 2025
Didem Erk - ŞahMaran'ın Kapısında Sen İhanetsin İnsan / At the portal of Shāhmārān, Human Your Name is Treason, 2017, Fotoğraf, Işıklı kutu, Photography, light box, 66 x 100 cm, Barbare Studio / Tekirdağ

Didem Erk - ŞahMaran'ın Kapısında Sen İhanetsin İnsan / At the portal of Shāhmārān, Human Your Name is Treason, 2017, Fotoğraf, Işıklı kutu, Photography, light box, 66 x 100 cm, Barbare Studio / Tekirdağ

Üzüm, bu coğrafyanın yüzyıllardır kaderi. Şarap, üzümden süzülerek bakır, toprak, cam kadehlere damlayan tatlı bir delilik. Kederi unutturan, neşeyi çoğaltan, tanrılardan bir armağan. Toprağa ekilmiş bir sevinç tohumu. Asırlık hikayelerde baş köşede bir kahraman; Trakya’dan Ege’ye uzanan, dört şehirde dört durağa uğrayan bir sanat durakları rotasında dahi kendini dayatacak kadar…

Bu yaz Tekirdağ, Çanakkale, Ayvalık ve Urla’da, dört duraklı bir rotada ilerliyoruz. Her durakta belleğe, kente, kentlilere bakıyoruz.

Trakya güneşinin altında, bağların arasında: Barbare Studio / Tekirdağ

Arthur Rabut - Bacchanales, Yerleştirme; / Insallatio; plastik kutu, kuru çiçekler ve kumaş / plastic box, dried plants and fabric, 500 x 80 x 60 cm, Barbare Studio / Tekirdağ

Trakya’da gökyüzü sanki daha geniş, renkler daha canlı, güneş daha parlak, insanlar daha gamsız. Bir sandalye ve bir şemsiyeyle tüm sahiller senin. Yazlık evler, eski TRT dizilerine duyulan romantik özleme akraba bir his yaratıyor. Eski olan burayı grileştirmiyor, sarı sıcağa buluyor. Tekerlek Tekirdağ’a doğru ilk döndüğü anda içimizi bir huzur kaplıyor, ayağımız Trakya’ya değdiği anda topraklanıyoruz. Trakya yazı bizi kucaklıyor, birkaç tur havada döndürüp bırakıyor ve eve dönüş için yola çıkana kadar başımız hep dönüyor. Ayçiçek tarlalarının, leyleklerin, üzüm bağlarının, kuzeye çıktıkça koyulaşan yeşilin, peynir helvasının, hardaliyenin ve hepsinden evvel, yazın çalışıp kışı sakin geçiren, her şeyde bir şaka bulabilen, gamsızlığı, bitmeyen şenlikleri ve müziğiyle Trakya insanının etkisi. Tüm bunlar, Trakya’nın benim en sevdiğim yüzünü oluşturuyor.

Eski yazlıkçıları bir kenara koyarsak, son yıllarda İstanbullular için Trakya daha da sık bir kaçış noktası oldu. Bunda bağ turizminin de etkisi büyük. Tekirdağ, Kırklareli, Edirne ve Bozcaada ile Gökçeada’yı da içine alan bölgeye dağılan şarapçılık, üreticilerin bağlarını konuklara açması ve şarap tadımları, hasat etkinlikleri hatta bağlarda konaklama imkanıyla bir süredir Trakya, İstanbul’a daha da yakınlaşıyor. Genişleyen bir arka bahçe olması Trakya’nın İstanbullularca sevilen bir başka yüzü.

Tekirdağ’ın Barbaros kasabasında 230 dönümlük bir arazide yer alan bağlarıyla Barbaros Bağ Evi, bir süredir konuklarını lezzetli sofralarda, konserlerde, tadımlarda ve davetlerde buluşturuyor. Şarabın kadehe değdiği ilk anın güzelliğini Tekirdağ güneşiyle kutlayan bağ evi, 2024’te güncel sanat için harekete geçerek Barbare Studio’yu kurdu. Üç yıl sürecek misafir sanatçı ve küratör programının ilk bölümünü de oluşturan Yer Duygusu sergisiyle açılan stüdyo, “Trakya’da disiplinlerarası buluşmalar” yaratmaya odaklanırken; üç yılın sonunda sunacağı deneyim, araştırma ve bulgularla elde edilmiş küratöryel perspektif ve arşiviyle araziye, coğrafyaya ve tarihe uzun vadede hakim olmayı amaçlıyor. Program, Melis Golan’ın kürasyonuyla sanatçı performansları ve çeşitli etkinliklerle sürüyor. Ziyaretçilere ise kırsal alanı keşfetme ve yeniden yorumlama imkanı sunuyor.

Hikayenin kendi coğrafyasıyla kavuşması: Troya Müzesi / Çanakkale

Boğazı, rüzgarı, yeşili ve tarihiyle Çanakkale, metropollülerin bir gün kaçma hayali kurduğu “o” duraklardan biri. Nitekim pandeminin tek nimeti uzaktan çalışma kültürünün yaygınlaşmasıyla, 2020’de bunu başaranların yeni huzurlu yuvası; başarmayanlarımız içinse giderek artan emlak fiyatlarıyla bakışmaya devam ederken adaları, dağları, Assos’u ve koylarıyla kısa süreli bir nefeslenme durağı.

Troya Müzesi, Fotoğraf: Osman Çapalov

Çanakkale, pandemiyle birlikte hızlanan bir mekânsal, sosyal ve kültürel dönüşüm yaşıyor. Özge Doruk’un şehrin belleğini konuklarıyla ele aldığı Rüzgarlı Kentin Hafızası başlıklı podcast serisinde Deniz Erbaş’ın da detaylı şekilde değindiği üzere, şehir son yıllarda sanatsal dönüşümün kapı eşiğinde bekliyor. Pandemiyle artan göçün beraberinde Çanakkale Bienali’nin sanatı kente yayması; Mahal Sanat’ın da konumlandığı palamut depolarının veya Manfred Osman Korfmann Kütüphanesi’nin yer aldığı eski tütün deposunun dönüşümü gibi somut çıktılar sunması; Güneşane Vakfı, Astim Kolektifi gibi sivil toplum inisiyatiflerinin çalışmaları; Troya Festivali ve bu gelişmeleri besleyen kadim geçmişi; kozmopolit mirası; kente kazandırılmış hafıza mekanlarıyla bir sanat şehrine dönüşüyor. Bu dönüşümde önemli rollerden birini Troya Müzesi üstleniyor.

Troya’nın hikayesini anlatacak bir müze ve kaçırılan eserlerin geri kazandırılarak sergilenmesi amacıyla Tevfikiye Köyü’nün yanında, arkeolojik alanın yakınında 10 hektarlık bir alanın kamulaştırılması ve proje yarışmasının açılmasıyla başlayan Troya Müzesi’nin macerası, yarışmayı mimar Ömer Selçuk Baz ve Yalın Mimari ekibinin kazanmasıyla başladı; 2018 yılında yapının tamamlanmasıyla ziyaretçilere emanet edildi. Müze bünyesinde koruma ve restorasyon laboratuvarları, depo alanı, geçici ve sürekli sergi mekanları, etkinlik alanları, kafe, restoran ve satış mekanları yer alıyor. Paslı metal görünümüyle kendisi de topraktan çıkarılmış bir buluntuyu andıran müze, Troya’nın tarihini izleyiciyle buluşturuyor. İmparator Hadrian Heykeli, grifonlu masa ayağı, Hazine Salonu, Troya’nın katmanları ve dahasının yanı sıra müze, bu topraklardan çıkan bir Troya anlatısı sunması ve hikayeyi kendi coğrafyasına taşımasıyla da önemli bir mekan.

Troya Müzesi’nin, onu bu yazıya taşıyan bir diğer niteliği de çağdaş sanat için yeni bir mekan sunması. Müze, süreli sergi salonunda yer verdiği sergilerin yanı sıra Çanakkale Bienali süresince de çeşitli sergilere ev sahipliği yapıyor.

Bir simülasyon hatası: gri alan / Ayvalık

Ege’ye doğru indikçe İstanbullaşma korkusu içimi sarar, Ayvalık’tan başlayarak Bodrum’a kadar sürer. Trakya’nın Ege’sinde hissedilen boşvermişlik hali yerini arsız restoranlara, düzenlenmiş sahil şeritlerine, kiralanmış “beach”lere, kötü müziğe, kalabalığa, uzun kuyruklara ve hepsini de içine alan bir yapaylığa bırakır. Böyle zamanlarda beklentimi yok eder, bir yerlinin yaşayabileceği kabus senaryoları hayalimden siler ve kendimi bir Disney parkı simülasyonuna hazırlarım. Bu koşullar beni simülasyonda bir hata gibi ortaya çıkmış sürprizler karşısında daha da mutlu eder. Neticede hepimiz kendi anlamlarımızı yükleyebildiğimiz anlarla bağ kurar, anlardan anılar yaratırız.

Fotoğraf: Baran Kınalı

Ayvalık bir kere çocukluğumda, bir kere ilk gençliğimde, sonra üniversiteden mezun olduğum yaz ve son olarak da artık bir beyaz yakalı yetişkinken gittiğim, her gidişimde turistik deneyimimi sil baştan şekillendiren bir yer. Ankara ve Bursa’ya dağılmış akrabalarımın Badavut’ta yazlık sahibi olacak kadar Ayvalık’ta ısrar etmelerinin sebebini daha çocukken anlamam, yumuşacık kum, ilk solukta baş döndüren temiz havası ve eve dönerken yolda uğradığımız zeytinyağı satıcılarıyla tanışmamla oldu. Bir havluyla istediğimiz yerine konuşlandığımız Badavut koyunu yıllar sonra bıraktığım gibi bulma hayalim, kendisi parlak varlığı acınası şarkıların sessizliği deldiği koya atılmış ve tek bir boş alanı israf sayan işletmecilerin milim aralıkla dizdiği şezlongları görünce, Ege’nin suyuna düşüp gözden yittiğinde başladı İstanbullaşma korkum.

Bu simülasyonun içinde ortaya çıkmış bir anomali, tüm sürprizleriyle gri alan, Ayvalık’ta eskisi gibi olmayan ve olmayacak yaşamı kabulleniş, bu yaşam içerisinden filizlenen bir umudun simgesi benim için. Metin Akdemir’in gri alan’a dair Öykü Güneş’le Argonotlar için yaptığı röportajda dediği gibi, “Gri alan’ın motivasyonu, Ayvalık’ın güzel ara sokaklarından birinde beklenmedik şekilde insanların, yalnızca sanat üreten ve tüketenlerin değil, herkesin karşısına çıkmak oldu.” Belki bir sanat galerisinin bir anda karşısına çıkmasıyla ilgilenmeyecek birçok insan var, ancak gri alan, güncel sanat onunla ilgilenmeyeni de kucaklar diyen bir mekan. Çoğulcu, kapsayıcı ve dolayısıyla da mesafeyi düşürüyor. Üstelik, İstanbul’da tekelleşen sanatın böyle bir misyon altında Ege kıyılarına inmesi de sevindirici.

FUAYE sergisinden bir görsel. Belirgin şekilde görülen eserler: Deniz Karakurt Şekerci, İsimsiz 100x100 cm, tuval üzeri akrilik ve iğne işi nakış,2024. Ahmet Kemal Akıncı, Hayat, malzeme bakır 40x40x80 cm

Ayvalık’ın diğer güzel sürprizlerini de sıralamadan geçemeyeceğim: Yakın zamanda geçirdiği yangının ardından yaralarını saran Fabrika Ayvalık, konuk sanatçı programıyla Yer Ayvalık, Ayvalık Film Festivali ve festival kapsamındaki açık hava film geceleri.

Gastronominin beşiğinde: UrlaDam / Urla

On yıl önce sakin bir Ege kasabasıyken bugün uluslararası düzeyde bir gastronomi kentine dönüşmüş Urla, asırlardır süren şarapçılık, bereketli topraklarında yetişen meyve ve aromatik otları, zeytinlikleri ve bugüne kadar aktarılmış geleneksel tariflerinin ödüllü şeflerle buluştuğu bir altın çağ yaşıyor. Beraberinde yerel üreticilerin katkısı; adil ve sürdürülebilir tarımın nimetleriyle… OD Urla, Narımor, Hiç Lokanta, HUS Şarapçılık, Vino Locale, Teruar Urla gibi restoran ve şarap üreticileriyle Urla’nın isminin yanında Michelin yıldızları var.

Fotoğraf: İlknur Karakütük

Urla her ne kadar İstanbullaşmaya maruz kalsa da yavaşlığını bir nebze olsun koruyor. Zira burada toplum sözleşmesi “yeşilden azaltmak” değil, kelimenin tam anlamıyla “doğadan yemek” üzerine kurulu. Urla’nın kent yaşamı, doğasına bir saygı duruşu niteliğinde akıyor. Yine de sakin ve gündelik dertlere gark olunmuş bir sahil kasabasının kısa sürede dünya çapında bir gastronomi kentine dönmesi, kaçınılmaz şekilde soylulaştırmayı da beraberinde getiriyor olmalı diye düşünüyorum. John Urry’nin sanatı kim deneyimliyor sorusundan türeterek soralım, Michelin yıldızlı sofralara Urla’nın yerel halkı ne kadar oturuyor?

Ercan Kesal de belli ki Urry ile aynı soruyu sormuş ve Urla’da “Erdinç Abi’nin kasap damı” denilen eski bir yapıyı, sanatı sokaktaki insana ulaştırmak için bir merkeze dönüştürmüş. UrlaDam, sineması, tiyatrosu, salonlarıyla kültür-sanat merkezi ve aynı zamanda atölyeleriyle de kapısı herkese açık bir okul. Kentin hafızasını yansıtan, mirasına sahip çıkan, coğrafyayla uyumlu eğitimler veren, kar amacı gütmeyen ve kültür-sanat ile böyle bir amaç edinemeyeceğinin farkında bir mekan. Urla’da başka türlüsü de -mümkün olur ancak- uygun olmazdı.

SergilerYaz SayısıGaleri Rotası Gündem
E-bülten
Art Newspaper Türkiye
Hakkımızda
Çerez Aydınlatma Metni ve Politikası
Kişisel Verilerin Korunma Politikası
Aydınlatma Metni
Açık Rıza Onay Formu
Künye
Partnerlerimiz
Satış Noktaları
Kariyer
İletişim
© The Art Newspaper