Arama
E-bülten
E-bülten
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Arama
Sergiler
Haber

Görüyor, bakıyor, anlatıyor: Ali Kazma

On yılı aşkın süredir kitap, yazı, kütüphane gibi zihinsel üretim alanlarının izini süren sanatçı Ali Kazma, İstanbul Modern’deki Aklın Manzaraları sergisinde aklın izlerini görüntüye dönüştürüyor. 1 Şubat 2026’ya kadar, Öykü Özsoy Sağnak ve Demet Yıldız Dinçer küratörlüğünde devam eden sergi, Kazma’nın 2010’lardan itibaren kitap ve edebiyat üzerine odaklandığı çalışmalarını, video yapıtlarını ve geniş fotoğraf arşivinden bir seçkiyi ağırlıyor.

Ece Şahan
25 Haziran 2025
Ali Kazma, Fotoğraf: Bige Yalın

Ali Kazma, Fotoğraf: Bige Yalın

“Aklı görselleştirebilir miyiz?”

Paris’ten İstanbul’a, Nara’dan Lizbon’a… Farklı şehirler, farklı bir görme biçimi sunabilir mi? İzleyiciyi ve üreticiyi en çok anlamlandıran baktığı yer midir baktığı şey mi? Peki akıl resmedilebilir mi? Bu sorular, soyutun görünür hale gelip gelemeyeceğine dair bir meydan okuma gibi. Hepimiz farklı düşünür, farklı hayal ederiz. Birimizin zihninde kelimeler renklenir, bir başkasının zihninde imgeler sessizdir. Ali Kazma’nın, İstanbul Modern’de açılan sergisi Aklın Manzaraları, tam da bu farklılıkları sorgulatan bir dil. On yılı aşkın süredir kitap, yazı, kütüphane gibi zihinsel üretim alanlarının izini süren sanatçı, bu sergide aklın izlerini görüntüye dönüştürüyor. Öykü Özsoy Sağnak ve Demet Yıldız Dinçer küratörlüğünde devam eden sergi, Kazma’nın 2010’lardan itibaren kitap ve edebiyat üzerine odaklandığı çalışmalarını, video yapıtlarını ve geniş fotoğraf arşivinden bir seçkiyi ağırlıyor.

“Baktığımız, gördüğümüz şey midir?” sorusu, felsefi tartışmaların, bilimsel teorilerin, şiirsel metaforların ayrılmaz parçası. Kazma’nın işleri bu tartışmayı doğrudan üstlenmiyor belki ama izleyiciyi düşünmeye zorluyor. Çünkü onun dünyasında, sadece baktığımız şey değil; nereden, ne zaman, nasıl baktığımız da önemli. Bir mekanda duyduğumuz ses, bir objeye düşen ışık ya da bir hareketin ritmi… Hepsi zihnimizde farklı imgeler oluşturuyor. Estetik deneyim bile gördüğümüzden ziyade içimizde uyananla ilgili... Gözlerimizin salt dünyaya odaklandığı dönemden televizyonlara, bilgisayarlara, şimdi ise cep telefonlarına uzanan görsel tarih boyunca sadece izleyici değil, görsel sahnenin üreticisi olan araçlar da dönüşüme uğradı. Kameralar küçüldü, görüntüler keskinleşti, süreler kısaldı. Peki ya zihnimizdeki karşılıkları? Ya sanatçının rolü ne olmalı? Döneme tanıklık etmek mi, arşiv tutmak mı, yoksa provokasyon yaratmak mı? Bir resim yaşadığı dönemin hayal gücünün sınırlarını, bir yazı ise o dönemin arşivini gösterir. Bu durumda Kazma’nın çektiği görüntüler yalnızca bir anı olarak kalabilir mi? Yoksa düşüncenin ve üretimin izini süren görsel belgelerden ileri giderek, aklın bir haritasını mı gösterir?

“Görüntülerin size gelmesini, objelerin sizinle ‘konuşmasını’ bekleyebilecek bir zamanınız olunca, ortaya çıkan şeyin derinliği de bambaşka oluyor.”

Bakmanın ne olduğu üzerine başlayan bu yolculuk da, görmenin ötesine geçip zihnin kıvrımlarında dolaşıyor. Mürekkebin izini süren bu yolculuk, Japonya’dan İstanbul’a, Orhan Pamuk’un masasından Alberto Manguel’in taşınan kitaplarına uzanarak bizi edebiyatın görünmeyen mutfağına ve belleğin izini süren arşivsel bir dünyaya davet ediyor. Ali Kazma’nın farklı coğrafyalarda ürettiği çalışmaların yer aldığı sergide, sanatçının Japonya’nın Nara kentinde 400 yıllık geleneksel mürekkep yapımını belgelediği Sumi (2025) adlı video yapıtının ilk gösterimi İstanbul Modern’de gerçekleşiyor. Sanatçının Türkiye’de ilk kez sergilenecek çalışmaları arasında, yazar Orhan Pamuk’un kişisel arşivine ve yaşam alanına odaklanan Mürekkep Evi (2023) ve Sentimental (2022) ile Arjantinli yazar ve kitap tarihçisi Alberto Manguel’in kütüphanesinin Fransa’dan Portekiz’e taşınma sürecini konu alan Alberto Lizbon’da (2024) bulunuyor. Aklın Manzaraları, Kazma’nın 55. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda sergilenen Hat (2013) ve Dövme (2013) başlıklı video çalışmalarıyla birlikte, erişimi sınırlı kütüphaneler, matbaalar, kâğıtçılar, ciltçiler, restorasyon atölyeleri, kitapçılar gibi mekânları belgelediği; geçmişte ve günümüzde edebi üretimlerin envanterini çıkardığı fotoğraflardan oluşan bir seçkiye de yer veriyor. Sergiye dair Ali Kazma ile söyleştik.

“Aklı — aklımızda olan şeyleri — görselleştirebilir miyiz? Burada yapmaya çalıştığım şey tam olarak bu.”

Alberto Lizdon'da, 2024, Senkronize iki kanallı HD video, 14'40 döngü

Sanatçının izniyle

“Görmek” kavramı sizin için ne ifade ediyor?

Ben görme üzerine, görmekten çıkan, görmeyi baz alan işler üreten bir sanatçıyım. Kamera aracılığıyla gören, yani sadece çıplak gözle değil, kamerayı da kullanarak gören bir sanatçıyım. Kamerayı kullanmak, aslında biraz mikroskop kullanmak gibi. Sizin bakışınızı, odaklanmanızı, baktığınız şeyle olan mesafenizi bedeninizden koparıp başka bir yere çekebilmenizi sağlıyor. Farklı uzunluktaki lensler, farklı ışık ayarları, objelerle olan ilişkinizi bambaşka bir hale getiriyor. Yani bakışınızı lazer gibi düşünürseniz, onu odaklayıp daha yakıcı ya da bir şeyin temelde ne olduğunu açığa çıkaracak hale getirebiliyor. Çekim yapmak için kamerayla bir mekana girdiğimde -ya da kamerasız girdiğim zaman, ki genelde önce kamerasız girerim-mekânın kendisi ve sunduğu olanaklar hakkında hislerim çok değişir. Bu da bize bakmanın çok farklı şekilleri olduğunu gösterir. Aklınızı toparlayıp bakmaya, görmeye konsantre olup çalışmaya başladığınızda, bunun ne kadar yorucu ve enerji isteyen bir süreç olduğunu fark ediyorsunuz. Çekim yaparken, diyelim iki, üç, beş gün boyunca beynimi sürekli bakmaya ve görmeye zorladığımda, inanılmaz bir zihinsel yorgunluk hissediyorum. Çekim yapmanın fiziksel bir yanı da var elbette ama esas olarak beyniniz yoruluyor. Bu da görmenin gerçekte ne kadar çok ve farklı seviyelere sahip olduğunu gösteriyor. İyi görmek, dikkatli bakarak görmek; bir objenin, bir kişinin ya da bir durumun, diğer durumlarla, diğer kişilerle, objelerle ya da metinlerle nasıl ilişki kurduğunu da görebilmek demek. Yani bir kitaba baktığınızda sadece içinde yazanları değil, o yazılanın tarihini, kitaba verilmiş emeğin büyüklüğünü ya da yetersizliğini, kâğıdı, mürekkebi, kitap tasarımını, şu an kullandığımız ve kodeks adını verdiğimiz kitap formunun nereden geldiğini vs. düşünmeye başlıyorsunuz. İlk bilinen kodeksin Fondation Martin Bodmer’de, Cenevre’de olduğunu; bu formun niye hâlâ kullanıldığını ve bundan sonra bu formun devam edip etmeyeceğini sorguluyorsunuz. Tüm bu süreç görme eylemiyle başlıyor ama beyinde devam ediyor. Daha sonra bunu alıp bir film şekline getirdiğinizde ya da çok kanallı bir yerleştirme halinde sergilediğinizde, artık yaşadığınız ve kaydettiğiniz bu görme sürecini başkalarıyla paylaşma aşamasına geliyorsunuz. Bu da kendine özgü bir düşünme biçimi gerektiriyor. Gördüğünüz ve kaydettiğiniz şeyi sergilerken başkalarının onu nasıl göreceğini, görmenin nasıl bir tecrübeye dönüşeceğini düşünmek zorundasınız. Bunların hepsi çok katmanlı ve benim için son derece büyüleyici süreçler.

“Yıllardır akıl ve madde arasındaki git-gelli ilişkiyi düşünüyorum… Görünmeyen olanı, dışarıda olanla temsil etmeye çalışıyorum.”

Alberto Lizdon'da, 2024, Senkronize iki kanallı HD video, 14'40 döngü

Sanatçının izniyle

Bir video çekimine başlamadan önce mekanla ne kadar süre geçiriyorsunuz? Kurgu öncesi gözlem süreciniz nasıl ilerliyor?

Her zaman mümkün olmuyor ama mümkün olduğunda mekânlara kamerasız girip biraz zaman geçirmeye çalışıyorum. Bazen çekim sürem kısıtlı olabiliyor; çünkü bazı mekânlar için izin almanız gerekiyor ve bu izin süresi çok kısa olabiliyor. İki gün, üç gün, ya da beş gün gibi sınırlı süreler veriliyor ve bu süre içinde çekimi bitirmeniz gerekiyor. Böyle zamanlarda mekânda önceden zaman geçirmek çok daha önemli hâle geliyor. Bir mekâna girdiğinizde aslında mekâna kendinizi tanıtıyorsunuz, bir yandan da mekân size kendini tanıtıyor. Işık nereden geliyor, yerler kaygan mı, hangi açılardan çalışabilirim, hangi lensler burada işe yarar, ses durumu nasıl, ortamda toz var mı, tuz var mı, -tuz, özellikle deniz kenarında çekim yapmak, kameralar için çok zararlı olabiliyor- hava koşullarına açık mıyız, ortam soğuk mu, sıcak mı? Bunların hepsi önemli. Çok sıcak yerlerde çalışmak gerçekten zor; mesela Fransa’da çekim yaptığım bir kristal fabrikasında içerisi 45-50 dereceydi. Ona göre hazırlanmanız gerekiyor. Bazı yerler ise çok soğuk; kuzeyde çektiğim bazı yerler -20, -30 derecelerdeydi. Buralarda örneğin, kameranızın bataryası çok çabuk biter. Bu gibi durumlarda mekâna dair bilgi toplamak için zaman harcamaya çalışıyorum, ama her zaman buna imkân olmuyor. Mesela bir beyin ameliyatı çekecekseniz, “önce bir gireyim bakayım” gibi bir şey söz konusu değil. Zaten çok zor bir süreç ve izin almak başlı başına zor. Orada yalnızca bir kez çekim şansınız oluyor. Böyle durumlarda, her koşula uyum sağlayabilen bir lensle gitmeniz gerekiyor. Mesafenizi ayarlamanız, o anda hızlıca kararlar vermeniz gerekiyor; bu da bu tür çekimleri daha stresli hale getiriyor. Orhan Pamuk’la yapılan çekimde olduğu gibi, aynı sokakta yaşadığınız ve size evinin erişimini açmış biriyle çalışırken ise çok daha rahatsınız. Görüntülerin size gelmesini, objelerin sizinle "konuşmasını" bekleyebilecek bir zamanınız oluyor. Bu da gelen görüntülerin kalitesini ve derinliğini artıran bir şey. Sonuç olarak her bir proje birbirinden farklı dinamikler içeriyor.

Mürekkep Evi, 2023, Üç kanallı HD video, sesli, 50' döngü

Sanatçı ve Francesca Minini, Milano izniyle

Özellikle el yazması gibi nesneleri ve mekanları belgelemek, dijitalleşen dünyamızla nasıl bir bağ kuruyor sizce? Bir meydan okuma mı?

Orhan Pamuk’un arşivlerini ilk gördüğümde bu benim için gerçekten büyük bir sürprizdi. Evet, 1980’lerde el yazısıyla yazdığını düşünebiliyordum ama 2000’lerden sonra büyük ihtimalle artık bilgisayarda yazıyordur diye tahmin ediyordum. Çünkü günümüzde yazarların çoğu öyle çalışıyor. Fakat Orhan Pamuk tüm metinlerini el yazısıyla yazıyor. El yazmalarını ilk gördüğümde, edebiyat ve yaratıcı süreç üzerine yapmak istediğim işin içinde bu belgelerin kilit bir noktada yer alacağını hissettim. Çünkü el yazması, bedensel bir hareketin ürünü. Yani akıldan doğrudan ele, elden de kâğıda akan yaratıcı bir süreç söz konusu. Orhan Bey’in el yazmalarına baktığınızda, neredeyse ne zaman kararsız kaldığını; ne zaman sinirli, ne zaman yazdığından memnun olduğunu ya da olmadığını hissettiğinizi düşünüyorsunuz. Bunun yanında, yazarken takıldığı yerlerde yaptığı karalamalar, çizimler, küçük desenler var. Bunlar, yazarın aklında olan bitene doğrudan açılan pencereler gibi. Benim de zaman zaman, işlerim hakkında ufak tefek şeyler yazmam gerekiyor. Eskiden ben de elle yazardım ama artık bilgisayarda yazıyorum. Bunu yaparken bir şey kaybettiğimi hissediyorum. Kalemi tutmak, kalemin kâğıt üzerindeki kayışı, o sürtünmeyi, kâğıdın rezistansını hissetmek... Sevdiğiniz kalemler vardır, sevdiğiniz defterler vardır; burada işin bir fiziksel tadı da var. Bu yüzden Orhan Bey’in el yazısını sürdürmesini bir meydan okuma olarak değil, aksine işleyen bir sistemi bozmamak olarak görüyorum. Ayrıca, Orhan Bey’in görsel dünyaya da oldukça düşkün biri olduğunu biliyoruz. Bence, yazdığı el yazmalarının plastik/estetik tarafı da onu ilgilendiriyor. Farklı renkler kullanıyor; her bir sayfa neredeyse bir sanat objesi gibi ortaya çıkıyor. Bu yüzden ben bunun bir meydan okuma olduğunu düşünmüyorum. Aksine, çok doğal gelişmiş, içselleştirilmiş ve sürdürülebilir bir üretim süreci. Ama tabii bunu asıl Orhan Bey’e sormak lazım.

“İnsanın maddeyle olan ilişkisini filme aldıktan sonra, düşünceye, akla yönelmem gerektiğini biliyordum.”

Orhan Pamuk’un kişisel arşivini ve Alberto Manguel’in taşınan kütüphanesini belgelediğiniz videolar var bu sergide. Bu gibi figürlerle çalışırken sınırınızı nasıl belirliyorsunuz?

Her kişiyle kurduğunuz ilişki, tıpkı hayattaki gibi, farklı oluyor. Alberto’yla kurduğum ilişki başka, Alev Ebüzziya’yla, Erna’yla, Sarkis’le, Orhan Pamuk’la kurduğum başka. Ama değişmeyen bir şey var: Üretim… Özellikle sanat üretimi çok içsel, çok mahrem bir süreç. Bir insanın tüm varlığını ortaya koyduğu bir üretim biçimi. Bu yüzden, her seferinde kaçınılmaz olarak çok samimi, çok yakın bir ilişki oluşuyor. Bu ilişkiler, çoğu zaman iş bittikten sonra da devam ediyor. Hâlâ yakın arkadaşlığımızın sürdüğü isimler var; Alev olsun, Sarkis olsun, Alberto olsun… Umarım Orhan Bey’le de böyle olur. Çünkü bu tür iş birliklerinde, karşılıklı büyük bir hassasiyet gerekiyor. Yani, bir porselen dükkanındaki fil gibi davranamazsınız! Her şeye büyük bir özenle yaklaşmanız gerekiyor, çünkü sürecin kendisi çok kırılgan. Ve siz bu sürecin içine kameranızla giriyorsunuz. Bu da sizi, iki hatta üç kat daha dikkatli olmaya zorluyor. Göstermek zorunda olduğunuz bu özen, ilişkilerin temelinin sağlam olmasını sağlıyor. Bu nedenle, çalıştığım insanlarla olan ilişkilerim genellikle sürer. Onların hayatta ne yaptıklarını merak ederim, bazen onlar da benim ne yaptığımı sorar. Bu ilişkilerde belirleyici olan sınır, dediğim gibi, özen ve dikkattir. Karşınızdakinin rahatsız olduğunu hissettiğiniz anda geri adım atabilmek, aklınızda olanı değil, onun sizinle paylaştığını önemsemek ve o paylaşımdan yola çıkmak gerekir. Bu tür süreçlerde mesele, kendinizi ve karşınızdakini zorlamak değil; almak istediğiniz görüntüler ya da anlar için inatçı olmak hiç değil. Size doğal olarak gelen, sizinle paylaşılan objelere ve görüntüleri görmeye hazır olmak. Sabırlı olmak. Bu yaklaşımı benimsediğinizde, sınırlar kendiliğinden beliriyor veya kalkıyor. Kanımca bu, esasen gündelik hayatta kurduğumuz ilişkilerde de geçerli olan sağlıklı bir bağ kurma biçimi. Böylece bu sınır, yapay değil; doğal bir ilişkinin parçası hâline geliyor.

Serginizin adı Aklın Manzaraları. Sizin için akıl görselleştirilebilir mi?

Tüm bu sürecin çıkış noktası buydu. Kendi sanat hikayemden bahsederken, insanın faaliyetlerini biriktirmeye, malzemeyle, materyalle, gözümüzle görebildiğimiz şeylerle başladım. Materyal derken fiziksel şeylerden bahsediyorum: Beyin de bir malzeme bu anlamda; beden de, demir de, çelik de, seramik de... Bunların hepsi birer malzeme. Bu süreç, maddesel olanla başladı. Aslında insanın maddeyle olan ilişkisini filme aldıktan sonra, yıllar boyunca insan olmanın daha az maddeyle ilişki kuran yönüne yani akılda olan, dışardan görünmeyen düşünce, sanat ve edebiyat üretimine geçiş yapmam gerektiğini biliyordum. Yoksa projemin belki de en önemli ayağı eksik kalacaktı. Ama bunu nasıl yapacağımı, nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. Aklın Manzaraları, bu soruya karşılık vermeye çalıştığım on küsur senelik bir sürecin sonucu. Aklı -aklımızda olan şeyleri- görselleştirebilir miyiz? Bunu nasıl görselleştirebiliriz? Burada yapmaya çalıştığım şey de tam olarak bu. Akıl da bir bağlam içinde çalışıyor. Bu bağlam nedir? Sanatçı için stüdyo, yazar için kitapları, masası, kalemi, evi… Yaşam ritmi, çalıştığı saatler, konuştuğu konular, işlerinden çıkan başka projelere yaklaşımı, etrafında tuttuğu objeler… Tüm bu ögelerle kurduğu ilişkiler üzerinden, akılda olan bitene dair ipuçları aramak, bulmak ve bu bulduklarımdan akla, düşünmeye dair görsel manzaralar üretmek. Yıllardır akıl ve madde arasındaki gitgelli ilişkiyi düşünüyorum. Stüdyolarda, mekânlarda gördüklerimle, bulduklarımla, sanatçıların, yazarların aklında olanlarla görsel bir ilişki kurmak. Akıldan geçen, görünmeyen olanı dışarda olan, gözümüzle görebildiğimiz şeylerle temsil etmek... Çok zor bir şey. Ve bu ilişkiyi, kendi mecram olan hareketli görüntü üzerinden nasıl ifade edebilirim? Bu sergi bu çalışmaların, arayışların sonuçlarının birçoğunu aynı mekanda birlikte görebileceğimiz bir sergi. Bu işlerin hep birlikte nasıl düşünsel ve görsel bir manzara oluşturacaklarını ben de merakla bekliyorum.


Sergilerİstanbul Modern SanatçıGündem
E-bülten
Art Newspaper Türkiye
Hakkımızda
Çerez Aydınlatma Metni ve Politikası
Kişisel Verilerin Korunma Politikası
Aydınlatma Metni
Açık Rıza Onay Formu
Künye
Partnerlerimiz
Satış Noktaları
Kariyer
İletişim
© The Art Newspaper