Arama
E-bülten
E-bülten
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Sergiler
Fuarlar
Kültürel Miras ve Müzeler
Sanat 3.0
Sanat Ekonomisi
Sinema
Sahneden
Tasarım
Kitap
Ajanda
Dükkân
Arama
Sergiler
Haber

Ithell Colquhoun’un Büyülü Doğa Temsili

Sürrealizmin aykırı temsilcisi Ithell Colquhoun’un sanatında doğa, yalnızca bir fon değil, yaşayan, dönüşen ve dönüştüren büyülü bir güç. Ölümünün 37. yılında Tate St Ives’da açılan retrospektif sergi, sanatçının doğayla mistik bağını gözler önüne sererek izleyicilere benzersiz bir keşif fırsatı sunuyor.

Selvi Danacı
13 Mayıs 2025
"La Cathedrale  Engloutie" (1950). Between Worlds'ün en dikkat çekici eserlerden biri olarak öne çıkıyor. 

"LA CATHEDRALE ENGLOUTIE": (C) ITHELL COLQUHOUN, (C) REDIUSCOVERING ART BY WOMEN

"La Cathedrale Engloutie" (1950). Between Worlds'ün en dikkat çekici eserlerden biri olarak öne çıkıyor.

"LA CATHEDRALE ENGLOUTIE": (C) ITHELL COLQUHOUN, (C) REDIUSCOVERING ART BY WOMEN

İngiliz sürrealizminin en önemli isimlerinden veokült sürrealizmin önde gelen temsilcilerinden biri olarak kabul edilen, sürrealist otomatizm üstüne geliştirdiği teknikler ve kaleme aldığı yazılarla sürrealizmin teorik altyapısına katkıda bulunan ender kadın sanatçıları arasında yer alan Ithell Colquhoun, ölümünün 37. yılında adına düzenlenen gelmiş geçmiş en büyük retrospektif sergiyle anılıyor. Geçtiğimiz şubat ayında Tate St Ives’da açılan ve haziran ayında Tate Britain’a taşınacak Between Worlds (Dünyalar Arasında) sergisi, Colquhoun’un 1920’lerden 1980’lere uzanan sanat hayatını 200’den fazla eseriyle kronolojik olarak takip ediyor. Colquhoun’un sürrealist ve okültist kimliklerini harmanladığı kariyerinin dönüm noktalarını “Early Years” (İlk Yıllar), “Into Surrealism” (Sürrealizme Doğru), “The Mantic Stain” (Kehanet Lekesi), “Magical Workings” (Büyülü Çalışmalar), “Earth Energies” (Dünya Enerjileri), “Later Years” (Son Yıllar) ve “Taro” başlıkları altında toplayan sergi, Colquhoun’un yıllar içinde geçirdiği evrimi ortaya koyuyor. Dalí’nin paranoyak-kritik metodundan etkilenerek yarattığı, dişi ve erkek üreme organlarını çağrıştıran doğa tasvirleriyle ikili bir illüzyon oluşturarak kadın ve erkek cinselliğine dair eleştirel bir duruş sergilediği “Scylla” (1938) ve “Tree Anatomy” (Ağaç Anatomisi, 1942) tablolarından sürrealist otomatizm teknikleriyle okült pratikleri birleştirerek düşsel bir dünyayı hayata geçirdiği “Dance of the Nine Opals” (Dokuz Opal’in Dansı, 1942), “Gorgon” (1949) ve “Attributes of the Moon” (Ayın Vasıfları, 1947) gibi birçok eserini tek bir çatı altında toplayan sergi, Colquhoun’un kendine özgü okült sürrealizmini anlamak açısından benzersiz bir fırsat sunuyor. Elbette Colquhoun’un 50 küsur yıllık kariyerine sığdırdığı sayısız eser farklı dönemlerde, birbirinden farklı etkiler altında üretilse de bir özellik hemen hepsinde ön plana çıkıyor: Colquhoun’un büyülü doğa temsili.

Öğrencilik yıllarında yaptığı botanik çizimlerden, ilerleyen dönemlerindeki dört element odaklı çalışmalarına kadar, doğayı sanatının merkezine yerleştiren sanatçının doğayla olan bu bağı çocukluğuna dayanıyor. 1906 yılında Shillong’da doğan Colquhoun, nesillerdir Hindistan’da İngiliz ordusuna hizmet eden ailesi tarafından çok küçük yaşlarda İngiltere’ye gönderildiğinde, yaşadığı yalnızlık ve aidiyet sorunlarını doğayla kurduğu bağ sayesinde aşıyor. Çocukluktan itibaren zamanının büyük kısmını hayvanların ve bitkilerin dünyasında geçiren, yıllar sonra tanıştığı okültizm ve hermetik öğretilerle doğaya büyülü bir anlam yüklüyor. Colquhoun, 1930’lu yıllarda bir parçası olduğu sürrealist akım içinde sanatını bu anlayışla şekillendirerek kendine özgü sürrealist dilini geliştiriyor. Sanatsal özgürlüğünden vazgeçmeyip okült çalışmalarından ödün vermediği için resmî üyesi olduğu İngiliz sürrealist grubundan atıldığında, çareyi doğayla iç içe olabileceği Cornwall’a yerleşmekte bulan sanatçı, sosyal ve sanatsal anlamda yaşadığı bu sürgün hayatında bir sürrealist ve okültist olarak üretkenliğinin zirvesine çıkıyor. Bu dönemde İrlanda’ya ve Cornwall’un çeşitli bölgelerine yaptığı seyahatler ve bu seyahatler üzerine kaleme aldığı yazıların Colquhoun’un olgunluk dönemine büyük bir etkisi oluyor.

Evrensel bellek olarak doğa

1951 tarihli The Crying of the Wind: Ireland (Rüzgârın Haykırışı: İrlanda) ve 1957 tarihli The Living Stones: Cornwall (Yaşayan Taşlar: Cornwall) isimli seyahat kitapları, Colquhoun’un bir sığınak ve ilham kaynağı olarak gördüğü doğayla kurduğu ilişkiye ve bu ilişkinin sanatına yansıma biçimine dair oldukça aydınlatıcı metinler. Colquhoun keşfe çıktığı bu bölgelerde binlerce yıl öncesine dayanan Kelt geçmişi ve bu geçmişin barındırdığı kadim bilgeliğin izlerini buluyor. Seyahatlerinde karşılaştığı antik kalıntılar, mezarlıklar, kuyular ve kutsal anıtların, bölgenin Hıristiyanlık öncesi pagan tarihine, inanç ve ritüellerine ışık tuttuğunu görüyor. Bu kalıntılar, yalnızca bölgenin tarihini değil, ruhunu da taşıyor. The Crying of the Wind’de terk edilmiş bir katedralin ve yakınındaki gölün etrafında kol gezen, modern dünyanın çok uzağında varlığını sürdüren geçmişin hayaletlerinden şöyle bahsediyor Colquhoun: “Bizim yaşamımız onlar için yabancı ve rahatsız edici, bu yüzden gerekirse kendilerini bizden koruyacaklardır; ancak doğal tutumları düşmanlıktan ziyade kayıtsızlık. Kendi akıl almaz yaşamlarını sürdürüyorlar, bir dereceye kadar hareketli olsalar da, henüz kentsel yapılaşmayla kirlenmemiş bir toprak parçasına görünmez bağlarla kök salmışlar; bizim bildiğimiz anlamda ne bir zihinleri ne duyguları ne de amaçları var. Onların dünyadaki yerine kim değer biçebilir – daha eski bir dünyanın kalıntıları olabilirler mi? Yaşıyorlar; söyleyebileceğimiz tek şey bu. Evreni onlarla paylaşıyoruz.” Bu sözlerden geçmişin hayaletlerinin yalnızca insanlığın kalıntılarında değil, dipsiz bir gölün veya denize dökülen bir akarsuyun yüzeyinde de nefes aldığı, insanlığın eseri tüm savaşlara, sanayileşmeye, kentleşmeye kayıtsız bir şekilde varlığını sürdürdüğü anlaşılıyor.

Colquhoun’nun sanatında doğa, pasif, pastoral ve dekoratif bir arka plan değil, yaşam ve ölümün sonsuz döngüsünü mümkün kılan, dönüşen ve dönüştüren, en önemlisi de nefes alan ebedî bir güç olarak betimleniyor.

Colquhoun’un seyahatlerinde karşılaştığı ve büyük bir ilgiyle kitaplarında aktardığı bu keşif, bölgenin tarihinin yalnızca insan eliyle yapılmış eserlerde değil, aynı zamanda o bölgedeki bitki örtüsünde, su kaynaklarında, minerallerde, kısacası tüm organik ve inorganik bileşenlerde de izini taşıdığını gösteriyor. Colquhoun’a göre ağaçlar, nehirler, taşlar, yani bir bölgenin coğrafik yapısını oluşturan tüm etkenler o bölgenin mekânsal ve zamansal hafızasını yaşatan unsurlar. The Living Stones’da Cornwall’un Kelt belleğinin nasıl hâlâ canlılığını koruduğunu, mezarlıklarda, monolitlerde, tarihî kalıntılarda, toprağın altında ve üstünde varlığını nasıl sürdürdüğünü anlatan Colquhoun, bir bölgenin yaşamının jeolojik altyapısına bağlı olduğunu çünkü bu altyapının akarsuları, bitki örtüsünü, hayvan yaşamını ve insan türünü biçimlendirerek o bölgenin karakterini oluşturduğunu vurguluyor. Dolayısıyla bir bölgenin jeolojik ve arkeolojik yapısı, hayvan ve bitki yaşamı, o bölgenin ruhunu barındıran ve sonsuz bir doğal döngü içinde bu ruhu geleceğe aktaran unsurlar. Bu sebeple Colquhoun’un seyahat yazılarında doğa, başlı başına evrenin ruhunu taşıyan büyülü bir güç olarak karşımıza çıkıyor.

Between Worlds

Colquhoun, doğanın ve onu oluşturan tüm bileşenlerin kozmik ruhun bir parçasını oluşturduğunu, bu yüzden doğada bulunan her cismin bir ruhu olduğunu öne süren animist doğa felsefesini “In the Light of Cornwall” (Cornwall’un Işığında) yazısında şu sözlerle ifade ediyor: “Cornwall size animist olmayı öğretiyor çünkü mineraller ve bitkiler yoğun ve gizli bir hayat sunuyor, duyularımız bu kadar zayıf olmasaydı bu hayatı asla kaçırmazdık.” İşte bu gizemli hayatı keşfetmek, Colquhoun için sanatın ve tüm okült pratiklerin nihai amacı. Bu animist doğa anlayışının temelinde modernleşmeyle birlikte evrenle olan bağını ve uyumunu yitiren insanın bu bağı onarma ve ruhsal olarak iyileşme ihtiyacı yatıyor. Bu yüzden seyahat yazılarının odak noktası olarak karşımıza çıkan ve Kelt mitlerinde kutsal olarak atfedilen ağaç, taş, volkanik dağ, ada, deniz ve nehir Colquhoun’un sürrealist sanatının da merkezinde yer alıyor. Serginin en dikkat çeken parçaları arasında yer alan “Volcanic Flare”(Volkanik Alevler, 1972), “Attributes of the Moon”, “Landscape with Antiquities”(Tarihî Kalıntılarla Dolu Manzara, 1950), “La Cathedrale Engloutie”(Batık Katedral, 1952) ve “Volcano” (Volkan, 1972) gibi eserlerde de görülebileceği üzere, Colquhoun’nun sanatında doğa, pasif, pastoral ve dekoratif bir arka plan değil, yaşam ve ölümün sonsuz döngüsünü mümkün kılan, dönüşen ve dönüştüren, en önemlisi de nefes alan ebedî bir güç olarak betimleniyor.

André Breton’un sarsıcı güzellik (convulsive beauty) kavramından esinlenen Colquhoun, yaptığı doğa resimlerini tanımlamak için sarsıcı manzara (convulsive landscape) ifadesini kullanıyor. Tıpkı Breton’un kışkırtıcı, hayranlık uyandırırken bir yandan da tedirgin eden, tetikleyici ve uyarıcı güzellik anlayışı gibi Colquhoun’un sarsıcı doğası da yalnızca estetik bir unsur olmanın ötesine geçerek bireyin ruhsal dönüşümünü ve evrenle yeniden bütünleşmesini mümkün kılan harikulade bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Yüzlerce yıllık ağaçların çürüyen kovukları, çözünerek toprağa karışan insan ve hayvan bedenleri, gözlerden uzakta rengârenk bir dünya oluşturan mineraller, varlığından haberdar olmadığımız yaşamlara ev sahipliği yapan denizler, depremlerle sular altında kalan monolitler, çevresindeki bütün yaşamı değiştiren volkanik patlamalar, tüm bunlar Colquhoun’un seyahatlerinde karşılaşıp düşsel bir dille yazıya döktüğü ve aynı düşsel dille resimlerinde betimlediği doğayı, onun yaşayan yerel ve evrensel bir bellek olarak işlevini gözler önüne seriyor.

Ithell Colquhoun için sürrealizmin de okültizmin de amacı modernleşmeyle zedelenen insan-dünya ilişkisini onarıyor. Duyuları körelmiş bireyin, kısıtlı dünya ve yaşam algısını genişletmek ve bu evrende yeniden evinde hissetmesini sağlamak, onun sanatının başlıca meselesidir. Bu meselenin tam ortasında ise en kıymetli unsur olan doğa bulunuyor. Tüm bunlar düşünüldüğünde isminin altını dolduran Between Worlds, Colquhoun’un sanat ve hayatla olan ilişkisinin derinliklerine inmeyi ve binlerce yıl önce evrenin ruhunu taşıyan kutsal bir bellek olarak kabul görülen doğaya onun gözünden bakabilmeyi mümkün kılması açısından büyük önem taşıyor.

SergilersanatSanatçıGündem
E-bülten
Art Newspaper Türkiye
Hakkımızda
Çerez Aydınlatma Metni ve Politikası
Kişisel Verilerin Korunma Politikası
Aydınlatma Metni
Açık Rıza Onay Formu
Künye
Partnerlerimiz
Satış Noktaları
Kariyer
İletişim
© The Art Newspaper