Küresel çağın karanlık anları. Yıkım, göç, yerinden edilme ve bellek gibi travmatik olayların mekân üzerindeki etkisini tıpkı bu olayların kendisi gibi siyah beyaz betimliyor sanatçı. Bu izlerin manevi yıkımını, kentte ve doğada bırakılanlarla bütünleyen Aktaş, kişisel deneyimlerinden de beslenerek mekân ve insan arasındaki bağa odaklanıyor. Tanık olunanı eserlerinde, tekrarlanan imgelerle yeniden kurarak her defasında yaşanan acıyı yeniden deneyimliyor ve bu döngü hem eserlerde hem de bellekte kalıcı bir iz bırakıyor. Deniz Aktaş, kentlerin dönüşümünü, yok edilen alanları ve insanın kaybolmuş aidiyetini mekânın sessizliği ve boşluk hissini güçlü sembollerle aktarıyor.
Sanatçı, 7 Eylül-1 Aralık tarihlerinde Güney Kore’nin Gwangju kentinde düzenlenen 15. Gwangju Bienali’ne “Sınırlı”, “Kalıntılar”, “Kırılmış”, “Dağılmış” ve “Yığın” adlı beş işiyle katıldı. Bu kez, “Bulduğum sessizliği ve zamanı nasıl büküp değiştirebilirim?” sorusunu merkeze alarak, kendisi için zorlayıcı geçen bir dönemi, bienalin temasına uygun bir biçimde “sessizliğin bağıran sesleri”ne dönüştürdü. Deniz Aktaş’la Gwangju Bienali sürecini, “yıkım ile doğa arasında kaybolan işler” olarak tanımladığı Yokyerler serisini ve sanata yaklaşımını konuştuk.

© DENİZ AKTAŞ, 2024
EBRU AYDIN: 15. Gwangju Bienali’ne Türkiye’den katılan tek sanatçıınız. SAHA’nın desteklediği projenizden bahsedebilir misiniz?
DENİZ AKTAŞ: Nicolas Bourriaud, Gwangju Bienali PANSORI’nin artistik direktörlüğüne davet aldığı zaman bana e-posta göndermişti. Seni davet etmek istiyorum ve uzun bir vakit gerekiyor iş çıkarabilmen için. Altı iş üzerinden davet almıştım. Genel olarak bienal içeriğinin üzerinde çalışıyordu. İkimiz o konuşma sırasında “sessizlik” üzerinde durmuştuk. Ben de o sıralar kişisel hayatımın bir virajından geçiyordum. Uzun süren hastane süreci ve inanılmaz bir yorgunluk vardı. O süreçte sadece sessizliğin içinde iş üretmemeye karar vermiştim. Bienal davetinde o virajı, yanımda olan arkadaşlarım sayesinde atlatmıştım. Kötü geçen bir zaman aralığında zamanı parçalamak, bölmek, yıkmak istiyordum. Bir şekilde bunu bulunduğum mekân aralığında kendi kendime konuşurken, “Bulduğum sessizliği ve zamanı nasıl büküp değiştirebilirim?” deyip işlerin içeriğini oluşturmaya başladım. İşlerde belli bir zamana ait kaybolan ıssızlığın içinde sessizliğin bağıran bir sesini oluşturmaya çalıştım.
Bu projenin ortaya çıkış süreci, bienalin ana temasıyla ilişkisi ve yaratmak istediğiniz etki hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Gwangju Bienali’nde serginin küratörlüğü bu kez 1990’ların ilişkisel estetik tarzını teorileştirmesiyle tanınan daha önce 16. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü yapan Fransız küratör Nicolas Bourriaud yapıyor. Bourriaud diğer sergilerinde olduğu gibi, Gwangju Bienali de sesi bildiğimiz biçimiyle yaşamı yapılandırmanın bir aracı olarak tasavvur ediyor. Bienalin başlığı, “21. yüzyılın ses manzarası” anlamına gelen PANSORI, Korecede pansori, kelimenin tam anlamıyla “kamusal alandan gelen gürültü”dür; ki bu da artık, “‘Madunların sesi’ olarak tercüme edilebilir,” şeklinde belirtiliyor.
İşleri kurgularken de demin söylediğim gibi içinde bulunduğum zaman aralığını sessizliği ve zamanın kaosunu bienal daveti sırasında almıştım. Aynı düşüncelerle geçen iki farklı mekân ve kişi. Nicolas’nın yaratmak istediği düşünceye, ben kendi içimde bulunduğum aralığı göstermeye yöneldim.
“Mekânların bir anlamı ve karakteri olduğunu” ancak zamanla “insanlarla olan bağının kaybolduğunu” düşünüyorsunuz; bu açıdan insanın mekânla kurduğu ilişkiyi eserlerinize nasıl yansıtıyorsunuz? Yokyerler serinizde bu ilişkiyi nasıl ele alıyor ve seriyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Baktığımız, gördüğümüz perspektifler nelerdir? Bu bakış açısından görünce tekrarlanan ve sürekli tekrar ettiğim, takip ettiğim görüntüleri kullanıyorum ve resim kâğıtlarının önünde çok fazla zaman geçiriyorum. Tıpkı yaşayan kişinin bünyesine yerleşen bazı travmatik olayların, istemsiz olarak tekrarlanması gibi. Yok edilenleri ya da tanık olduğu korkunç olayları görüntü olarak yeniden kurgulayarak, parçalarını satır satır takip ederek, tüm gölgelerini kâğıda kaydederek kavramaya çalışıyorum. Tekrar, yalnızca sanatçının temsili eyleminde değil, aynı zamanda ortaya çıkan görüntülerin kendisine de sıklıkla yansıyor. Mürekkeple çizdiğim işlerde kent hafızasında yer eden travmaları, insan ve mekân ilişkisi üzerinden irdelemeye çalışıyorum. Bunları yaparken büyük bir titizlikle betimlediği sahneler; çetrefilli, derinlikli ve dağınık bir kentin yapılarında ve çeperindeki alanlarda kentsel dönüşümün, tahliyenin, yıkımın ve hatta çatışmanın bıraktığı izleri peşinden bakmaya çalışıyorum.
Yıkım ile doğa arasında kaybolan işler... Yokyerler; yıkımların, yıkıntıların, molozların, süprüntülerin ve hafriyattan sayılabilecek çerçöpün “doğal” yollardan oluşmadığını, doğal olanın tıpkı yaşadığım ve ürettiğim coğrafyanın değişmez yazgısı gibi, sürekli bir tahribat ve yeniden inşayla “doğallaştığı”nı görüyoruz. Bu tahribatın ve karmaşasının üstüne gidiyorum ve anla(t)maya çalışıyorum. Bunu zoraki bir vicdan yansıması olarak da okuyabiliriz. Yaşadığımız mekânların dokusundan tutun kültürel kodlarına varıncaya değin ne varsa onunla organik bir bağ kurarız. Bu bağın devam etmesi için orayı hatırlatacak ne varsa göstermeye çalışırız. Marc Auge’nin yerin ruhunun görünür hale gelebilmesi için üç önemli değerin “tarih, kimlik ve anlam” olması gerekiyor söylemini önemsiyorum. Toplumların bulunduğu yerin ekonomik, coğrafi ve kültürel özellikleriyle, kültürel özellikleriyle, iklimiyle, yapısal ve doğal çevresiyle ilişkili bu söylemin çalışmalarımda dikkat ettiğim önemli bir argüman olduğunu söyleyebilirim.

“Hidden/Saklı” (2024),170x110cm.
© DENİZ AKTAŞ, 2024
Yıkım, tahliye, zorla yerinden edilme, göç etmek zorunda kalma... Mürekkebin sade ve güçlü hâkimiyeti, bu travmatik konuların duygusal derinliğini ön plana çıkarmada ne kadar etkili oluyor?
Sürecim çalışma bazında rutin ama konu ve temas konusunda bayağı hareketli… Şu an üzerinde çalıştığım birçok konu var ve bunlar belli bir noktaya geldiklerinde o seriler de dolaptan aşağı inebiliyor. Malzemeler deniyorum tabii ki ve gittiğim her yerden daha çok ilgimi kâğıt ve kalemler çekiyor. Çünkü kâğıt ve kalem biri konuşan diğeri kaydeden anlamı taşıyor bana göre. Çizim sürecinde daha çok konuşmak ve daha çok kaydetmekten başka çıkış yolu bulamıyorum.
Renk duyguları özetleyen bir şey. Burada rengi kullanmayışımın sebebi zaman kavramıyla alakalı biraz. Sizin de dikkat çektiğiniz gibi işlerimde iki renk var. Siyah ve beyaz. Hatta sadece siyah diyebiliriz, kâğıdın beyazını saymazsak. Göstermek istediğim az evvele, düne yani geçmişe ait bir belge hissini kazandırmaktır. Bu da bana yaşadığım hayatın pek de renkli olmadığını, gitmediğini, gidemediğini hatırlatıyor.
Diyarbakır ve İstanbul’da yaşıyorsunuz, üniversiteyi İstanbul’da okudunuz. Köyü “göç ve yersiz yurtsuzluk”, Diyarbakır’ı “kimlik, aidiyet politik meseleler”, İstanbul’u ise “yıkım ve tahribat” olarak özetliyorsunuz. Tüm bunlar eserleriniz de ana teması aslında. Peki, bu temaları eserlerinize taşırken hangi duyguları ve deneyimleri ön planda tutuyorsunuz?
Aslında Diyarbakır’da yaşamıyorum ama sürekli gidip geliyorum. İstanbul’da genelde üretimimi yapıyorum. İşlediğim konuları spesifik iki şehir üzerinden bakmamaya çalışmaya özen gösteriyorum. Tarihin derinliklerinden çıkan katman katman antik yerleşim merkezlerinden biri hatta şimdilik en eskisi olan Göbeklitepe’nin hangi kültüre ait olduğunu bilmiyoruz. Bu onu “yokyer” yapmaz. Mimarisinin, dönemine göre bir anlamı olduğunu biliriz. Ama bugün için orayla ilgili yapılan çevre düzenlemelerinin oranın mimari karakterine uygun olmadığını görüyoruz. Bu durum “yokyerle”e bir tartışma alanı açabilir. Bir başka örnek de tarihî Sur kentinin mimarlar değil de mühendisler tarafından yeniden inşa edilmesi gibi ele alabilir miyiz?
İnsan aldığı nefesten etkileniyorken yaşadığı yani nefes alıp verdiği yerlerin yıkımından etkilenmemesi diye şey olamaz. Yerdeki taş etkilendi. Sokaktaki baş etkilendi. Yürüdüğün sokakların kimliksizleştiği bir alan düşünün “yokyer”lere en güzel örnektir. Buradaki güzel hiç de güzel olmayan bir örnektir.
Modern öncesi dönemdeki yaşam biçimi ile 21. yüzyıl arasında fark olduğunu apaçık bir şekilde görüyoruz. Modern öncesi dönemlerde de savaşlar, göçler, kentlerin dönüşümü, dinsel farklar vardı. Modernleşmeyle birlikte yer ve özne ilişkisindeki ayrışma, yersizlik duygusunu, geleneksel dünyada bireyin bulunduğu yer ve oradaki insanlarla kopuşu, süreklilik, aşinalık ve güven hislerini azaltır. Bu yersizleşme, herhangi bir yerde-hiçbir yerde bulunma hissini yok-yer de en iyi anlatan kavram olduğunu düşünüyorum. Ancak sürekli yenilenen teknolojinin kullanıldığı, çevresine bir bakış getirmeyen, tarafsız, nötr, tanımsız hatta hızlıca yapılan yapıların sayısı artıyor. Hemem hemen birbirinin tekrarı olan yapılar. Büyükşehirlerdeki bina formlarının neredeyse tamamı tek elden çıkmış gibi duruyor. Türkiye’nin her yerinde benzer kopya yapıları görüyoruz. TOKİ gibi. Bu yapılarda tek renkli, sade, temel geometrik formlar kullanıldığı görülüyor. Tam da “yokyer” tanımına uyuyor. Karaktersiz ve anlamsız.
Gwangju Bienali’nden sonra hangi projelerle devam etmeyi planlıyorsunuz? Aynı temalar üzerinden mi ilerleyeceksiniz, yoksa farklı bir yaklaşım keşfetmeyi düşünüyor musunuz?
Gelecek konusunda ümitsizim, bundan dolayı plan yapmak istemiyorum çünkü tüm planlar bir değişimin gerçekleşmesi için önayak şeylerdir. Benim bir türlü beceremediğim plan kısmı sürekli duvara çarpıp duruyor. Bir sanatçının planı olması onu sanattan uzaklaştırır. Sürekli değişen bir openmind durumu söz konusu ve ben bundan hoşnudum.