Modern kültürü inşa eden kurumlardan biri olarak müze ne kadar önemli olduysa çağdaş dünyada hakkındaki eleştirinin boyutu da o ölçüde büyük oldu. Biz de müzeleri dekolonize etmekten müzedeki kadın emeğine, değişen müze tanımından çağdaş müze eğitiminin gereklerine, müzecilik politikalarını pek çok farklı açıdan eleştirmeye çalıştığımız bu yazı dizisini sonlandırırken, bu kez en güncel tartışmalardan birine giriyoruz: Müzelerdeki sanat eserlerini hedef alan aktivizm ve yeni bir tavır olarak ortaya çıkan artivizm. Mekân, içindeki ilişkiler bütününden beslenip onu besleyen bir sistem yaratırken –adeta Warhol’cu bir jestle– müzeye domates çorbası bulaştıran eylemler, geleneksel sanat mekânını yeniden gözden geçirmek gerektiğini işaret ediyor.

İklim krizine dikkat çekmek için yapılan eylemlerin sayısı kısa sürede arttı. Just Stop Oil, Haziran 2024’te Stonehenge’e turuncu toz boya fırlattı.
STONEHENGE EYLEMİ: © JUST STOP OIL, 2024
Pierre Bourdieu ve Alain Darbel’in Avrupa müzeleri üzerine 1969’da yaptıkları araştırma, çarpıcı bir sonuç veriyordu. İzleyiciler müzeye en çok kilise imgesini yakıştırıyorlardı (halk sınıflarında yüzde 79, orta sınıflarda yüzde 49 ve üst sınıflarda yüzde 35 oranında bkz. P. Bourdieu ve A. Darbel, Sanat Sevdası: Avrupa Sanat Müzeleri ve Ziyaretçi Kitlesi, çev. Sertaç Canpolat, İstanbul, Metis Yayınları, 2011, s. 75). Keza müze mimarisi her şeyden çok daima bir mabede benzetildi. Modern müze, dokunulmaz olduğu izlenimini vererek içindekileri de imtiyazlandıran bir kurum olduğunu geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca adeta dikte etti. Müzenin bu konumu defalarca tartışılsa da son yıllarda sayısı giderek artan hem müze hem de içindeki eserleri hedef alan politik eylemler, müzelerin bu eylemler karşısındaki tutumu ve eylemler dolayısıyla oluşan gündem, aslında müzelerin hâlâ dokunulmazlık statüsünü korumak amacında olduğunu işaret ediyor.
Kısaca hatırlamak gerekirse, 2013’te Black Lives Matter hareketiyle daha çok kamusal alandaki heykellere yapılan müdahaleler, zamanla müzelerin içine de sirayet etti. 2015 sonrası hız kazanan Me Too hareketinin kimi eylemleri, cinsiyetçi müzecilik politikaları ve burada üretilen kanonik sanat tarihini hedef aldı. Daha sonra başta Just Stop Oil, Extinction Rebellion, Letzte Generation ve Ultima Generazione gibi ekolojist örgütler adlarını müzelerde yaptıkları eylemlerle duyurdular. Örneğin Just Stop Oil aktivistleri, 30 Haziran 2022’de Londra’daki Courtauld Gallery’de Van Gogh’un “Çiçek Açmış Şeftali Ağaçları” tablosuna kendilerini yapıştırdı. 14 Ekim 2022’de, bu kez Van Gogh’un National Gallery’deki “Ayçiçekleri” tablosunun camına çorba fırlatan eylemciler, kendilerini resmin bulunduğu duvara yapıştırdı.
İklim krizine dikkat çekerek fosil yakıt kullanım politikasına ve yapılan yatırımlara itiraz etmek amaçlı eylemlerin sayısı kısa sürede arttı. Glasgow’daki Kelvingrove Gallery’de Horatio McCulloch’un “Kalbim Yükseklerde”, Manchester Art Gallery’de William Turner’ın “Thomson’ın Aeolian Arpı” ve Leonardo da Vinci’nin Royal Academy’de “Son Akşam Yemeği” resminin bir kopyasını hedef alarak eylemler yapıldı. Just Stop Oil’in 2022’de John Constable’ın National Gallery’deki “Saman Arabası” adlı resminin çerçevesine kendilerini yapıştırmadan önce, huzur dolu kompozisyondaki nehri asfalt yol dökülmüş gibi temsil eden bir afişle kapatmaları, Banksy’nin müze eylemleri kadar etkileyiciydi. Last Generation grubu aktivistleri ise Viyana Leopold Müzesi’ndeki Gustav Klimt’in “Ölüm ve Yaşam” tablosuna siyah boya attılar, Barberini Müzesi’ndeki Claude Monet’nin “Ot Yığınları” resmine patates püresi fırlattılar, Johannes Vermeer’in “İnci Küpeli Kız” resmini domates püresine buladılar, Velázquez’in “Rokeby Venüs’ü” veya “Aynalı Venüs” olarak bilinen tablosunun camını kırdılar. (Bu son eylem belki bilahare anlamlı çünkü politik gösteri amaçlı sanat eserini hedefe koyan eylemlerin ilkini, süfrajet Mary Richardson’ın 1914’te Women’s Social and Political Union’ın (Kadınların Sosyal ve Politik Birliği) hapiste olan lideri Emmeline Pankhurst’e destek olmak için National Gallery’deki Velázquez’in resminin önce camını parçalayıp ardından resmi bıçakla doğramasını hatırlatıyor, hatta bir nevi tekrarlıyordu.)
Sanat “vandalizminin” tarihi
Bu eylemler, özellikle sosyal medya aracılığıyla geniş kitlelerde anlık bir tepkiyi ortaya çıkardı, toplumun geniş kesimi tarafından “vandallık” olarak nitelendi. Hasar vererek yıkıp yok etmeyi içeren vandalizm, tarihte vandal kavimlerin “medeni” Britanya’ya ulaşarak ne buldularsa yakıp yıkmalarından kaynaklanan bir söz. Kelimenin tarihsel anlamı, medeniyetle özdeşleşen yerleşik kültürle sorunu olan, anarşizan bir karakteri imliyor aslında. Sanatı hedef alan saldırılar yeni değil ve vandalca yakıp yıkmaktan çok farklı amaçları da var. Tarihte 8-9. yüzyıllarda Bizans’ın başkenti İstanbul’da kilise resimlerine karşı gelişen ikonaklazmdan psikolojik sorunlarla esere saldırarak adını duyurmaya çalışan egoistlere, çağdaş sanatın yeni avangard alanında örneğin Marcel Duchamp’nın “Çeşme”sine çiş yaparak onu ilk işlevine geri döndürme çabasına girenlerden Kazimir Maleviç’in Amsterdam Stedelijk Müzesi’deki “Beyaz Üstüne Beyaz Haç”ına sprey boyayla dolar işareti çizen anarşist Alexander Brener’in eylemine, pek çok farklı örnek var.
Mesele çok katmanlı; günümüzde sanata saldırarak eylemlerini yapan insanları, Cranach, Rubens, Rembrandt ve Dürer’e ait, değerleri milyonlarca euro olan eserler üzerinde onarılmaz hasar bırakan Alman kronik sanat vandalı Hans-Joachim Bohlmann’la aynı kefeye koymak da tam bir saçmalık olur. Ancak bugün eylemler milyonlarca kişiye ulaşsa da tüm bu örgütlerin kim oldukları veya ne yaptıkları, ne söylemek istedikleriyle toplumun genelinin pek de ilgilenmediği ortada. Tepkiler zaman zaman bir nefret söylemine bile dönüşüyor. Örneğin 6 Mayıs 2024 tarihinde iki aktivist, Fransa’nın kuzeyindeki Centre Pompidou-Metz’de Gustave Courbet’nin “Dünyanın Kökeni” ve Deborah De Robertis’in Courbet resmi önünde bacaklarını açarak yaptığı performansın fotoğrafı olan “Kökenin Aynası” da dahil olmak üzere bir dizi eserin üzerine “Me Too” yazdı. Bunun üzerine Metz Belediye Başkanı Francois Grosdidier, protestoyu ötekileştirici bir dille, “Bu kez fanatik feministler tarafından kültüre yapılan yeni bir saldırı” şeklinde tanımladı (Gareth Harris, “Courbet’s ‘The Origin of the World’ daubed with Me Too at Centre Pompidou-Metz”, The Art Newspaper, 7 Mayıs 2024).
Buradaki genel yargı basit: Sanat hedef alınamaz. Peki gerçekten de sanat dokunulmaz mı? Belki pek çok kişiye bu soruyu muhatap almak bile tuhaf gelebilir. Çünkü kültür ve sanatın dokunulmazlığı müzeler tarafından pekiştiriliyor ve neredeyse herkes tarafından tartışmasız kabul görüyor. Oysa tam bu noktada, eylemler sırasında aktivistlerce dile getirilen sloganlardan birini hatırlamak gerek: “Hangisi daha değerli? Sanat mı yaşam mı?”
Resmi değil, çerçeveyi hedef almak
İklim aktivistlerinin bize oturduğumuz yerden “çok büyük” gelen bu çıkışları, aslında acil eylem çağrısı niteliğinde. Çünkü ekolojik krizin önüne geçmek için pek de vakit kalmadı gibi görünüyor. Bazı verilere göre son 53 yılın en sıcak ve en kurak haziran ayını yaşadık ve temmuz daha beter geldi. Öte yandan eylemlerin oldukça cesaret isteyen nitelikte olduğunu da kabul etmek gerek. Üstelik bu eylemlerin ilk amacının sanata zarar vermek olmadığı ciddi ölçüde gözden kaçırılıyor. Her bir eyleme dair küçük bir Google araması, aktivistlerin kendilerini resme değil çerçeveye veya duvara, heykele değil kaideye yapıştırdıklarını gösteriyor. Hatta aktivistlerin, sanat eserlerinin zarar görmemesi için restoratörlere hangi yapıştırıcı türünü kullanmaları gerektiğini danıştıkları dahi biliniyor. Bu son dönem eylemleri “şimdiye kadarki en başarılı itaatsizlik kampanyalarından biri” olarak da niteleyen sanat profesyonelleri de var ve sanata hiç zarar gelmediğine onlar da dikkat çekiyorlar (John-Paul Stonard, “Victory Without Damage”, The Art Newspaper, 21 Haziran 2024). Ancak eylemler ve eylemciler nefret objesi olmaktan kaçamıyorlar ve çektikleri tepkiler daha eylem sırasında müze mekânında başlıyor. Belli ki harcadıkları para karşılığında sanatın güzelliğine hayranlık duyarak iyi vakit geçirme peşindeki turistlerin bu masum öğleden sonra zevkleri eylemler tarafından bölünüyor ve dünyanın tahmin edilenden çok daha yakın bir zamanda yaşanmaz hale geleceği bilgisini hatırlamak keyiflerini kaçırıyor. Aktivistleri nefret dolu küstahlar olarak lanse eden medyanın da ne ölçüde hatalı olduğu çok açık. Örneğin geçtiğimiz aylarda İngiltere’deki Stonhenge’i hedef alan Just Stop Oil’in boyama eylemini turuncu mısır unuyla yaptığı ve kullandıkları boya suyla yıkanıp gittiği için restorasyona bile gerek kalmadığının kim farkında? Veya kim, Phoebe Plummer ve Anna Holland’ın 22 Temmuz’da Southwark Kraliyet Mahkemesi’nde Van Gogh’un “Ayçiçekleri”nin kendisine değil ama çerçevesine zarar vermekten yargılandığının haberini okudu? Resim çerçevesi mi daha önemli, çevre ve insanlık adına evrensel idealler mi sahiden?
Sosyal medyada politik bilince karşı nefret söylemi üretmeden önce bir durup düşünmek gerektiği ortada. Keza ICOM da (Uluslararası Müzeler Konseyi) görece duyarlı bir tavır gösterdi ve 11 Kasım 2022’de “Müzeler ve İklim Aktivizmi” başlıklı bir bildiri yayımlayarak hem müzelerdeki koleksiyonların güvenliği konusunda dile getirilen endişeleri anladıklarını hem de dünyadaki yaşamı tehdit eden çevresel bir felaketle karşı karşıya olunduğu için iklim aktivistlerinin endişelerini kabul ettiklerini söyledi. Müzelerin sürdürülebilir bir geleceğin şekillendirilmesi ve yaratılmasında oynayacağı bir rol olduğu vurgusuna sahip bu dışlayıcı değil, tam tersi kapsayıcı açıklamaya katılmamak mümkün değil. Ancak küresel krizin sistem tarafından geldiği vurgusuyla hareket eden daha radikal bir politik muhalefetin, çözümü meselenin aktörlerinden bekleyip beklemediği de bir başka tartışma konusu.
Alanı ve/veya hedefi sanat ve müze olan eylemler makul bir çerçevede kurulduğunda amacına ulaşıyor, bunun yakın tarihli örnekleri mevcut. 2010 sonrası sanatçılar, akademisyenler, küratörler, yazarlar ve eylemciler tarafından kurulan Occupy Museums, Liberate Tate ve Gulf Labor hareketlerinin yürüttükleri, uzun yıllara yayılan protesto ve eylemlerin amaçlarına ulaştığını görebiliyoruz. Örneğin müzelerin kirli kapitalist ilişkilerini ifşa eden hareketlerden Liberate Tate’in eylemleri neticesinde Tate Modern’in BP sponsorluğu sona erdirildi (konuyu genişçe ele alan bir yazı için Cihan Küçük’ün e-skop’taki “Müze Politikalarına Karşı” yazısına bakabilirsiniz). Öte yandan Liberate Tate gibi örgütlerin protestolarıyla kıyaslayınca, günümüzdeki eylemlerin biçiminin, uğruna mücadele edilen haklı amacı gölgelediği iddia edilebilir. Zaten günümüzdeki eylemlere karşı çıkan geniş kitleler arasında, aktivistlerin amacının ne olduğuyla ilgilenip onlara hak veren ancak yine de saldırının odağının sanat olmaması gerektiğini düşünen ciddi bir kesim de var.
Bir başka açıdan bakarsak, kuşkusuz yapılan eylemlerin günlük rutinin dışında ses getirir nitelikte olması, tam da “zarar verme” ihtimalinden kaynaklanıyor ve aktivistlerin, “Eserlere hiç zarar vermiyoruz,” şeklindeki açıklamaları biraz da protesto biçiminin kendisiyle çelişiyor. Ayrıca bu saldırıların ardından konunun öznelerinden biri olan müze genellikle bir açıklama yapıyor ve esere zarar gelmediğini söyleyerek kamuoyunu sakinleştirmeye çalışıyor. Buradaki önemli soru şu olabilir: Peki bu açıklamalar eylemlerin şiddetini artırma potansiyeli taşıyor olabilir mi? Çünkü çoğu negatif nitelikte olsa da gelen tepkiler, bu amaçlarına zaten ulaştıklarının kanıtı niteliğinde. Yani amacı daha çok dikkat çekmek olan, hatta zaten tüm bilimsel verilerin gösterdiği gibi, çok kısa bir süre sonra ne o sanatın ne onu izleyecek bizlerin ne de sanatın sergilenebileceği bir dünyanın kalmayacağı bilincindeki bir eylem politikası, esere zarar vermekten çekinmezse ne olur?

Ilê Sartuzi haziranda British Museum’da tarihî bir sikkeyi çalıp müzenin bağış kutusuna attı.
SİKKE: © ILÊ SARTUZI, 2024
Yeni aktivizm ve sanat modelleri: Artivizm
Son dönemde sosyal hareketlerin sanatsal aktivizm aracılığıyla sokaklara taşması, sanat dünyasında yeni bir dönemin kapılarını da aralıyor. Özellikle müze müdahaleleri, sergi boykotları, protestolar ve koleksiyonların eleştirisi gibi eylemler, sanatın sadece galeriler ve müzeler gibi geleneksel alanlarla sınırlı kalmadığını, aksine bu alanların ötesine geçtiğini gösteriyor. Sanatsal aktivizmin kamusal alanlara yayılması, müzelerin de politikleşme sürecine girmesine yol açıyor. Bu süreç, aktivizmi sanatın merkezine yerleştirerek sanatı toplumsal değişim için bir araç olarak konumlandırıyor. Böylece sanat kurumlarının rolü ve işlevi de sorgulanır hale geliyor. Örneğin 2020 yılında Black Lives Matter hareketi, dünyanın en etkili 100 sanat figürü arasında ilk sırada gösterilerek aktivist estetiğin ana akım sanat dünyasındaki yükselişinin bir örneği oldu. 2021’de ise Birleşik Krallık’ta Turner Ödülü, Belfast merkezli sanatçı ve aktivistlerden oluşan bir kolektif olan Array Collective’e verildi. Dil, cinsiyet ve üreme hakları gibi sosyal meseleler üzerine ortak eylemler yaratan kolektif, bu konuların kendilerini, topluluklarını ve müttefiklerini nasıl etkilediğine dikkat çeken çalışmalar yapıyorlar. Performans, protesto, fotoğraf, enstalasyon ve video gibi yöntemleri birleştirerek, Kuzey İrlanda’yla ilişkilendirilen geleneksel kimlikleri sorgulayan ve yeniden sahiplenen oyunlu çalışmalar üretiyorlar.
Bu tür örnekler, sanatsal aktivizmin çağdaş sanat dünyasında giderek daha fazla yer bulduğunu ve sanatın toplumsal konulara dair bir söylem aracı olarak etkinliğini artırdığını gösterirken, aynı zamanda müzelerin de kendi konumlarını, misyonlarını ve amaçlarını sorgulamalarına yol açıyor. Müzelerin daha progresif sanata yer vermeleri, bu geleneksellikte direnen yapıların sadece sanat eserlerinin sergilendiği yerler olmanın ötesine geçerek, toplumsal ve politik tartışmalara aktif olarak katılan alanlar haline gelmelerine katkı sağlıyor. Böylece, sanat kurumlarının izleyiciler ve toplumla daha derin ve anlamlı bir diyalog kurmalarını teşvik ederken, aynı zamanda sanatı toplumsal değişimin bir aracı olarak yeniden konumlandırmalarına yol açıyor.

14 Ekim 2022’deVan Gogh’un National Gallery’deki “Ayçiçekleri” tablosunun camına domates çorbası fırlatan Just Stop Oil eylemcileri, kendilerini de resmin bulunduğu duvara yapıştırdı.
© JUST STOP OIL, 2022
Bu süreçte sanat sadece estetik bir ifade aracı olarak değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm ve direnişin güçlü bir aracı olarak da yeniden şekilleniyor. Bu tür sanatsal aktivizm, yani artivizm pratikleri, yaratıcı ve sanatsal emeğin ana akım sanat tarihiyle sınırlı tutulduğu anlayışını da yıkıyor. Dönüşümün çarpıcı örneklerinden biri olarak, 2020 yılında Kongolu aktivist Emery Mwazulu Diyabanza’nın Paris’teki Musée du Quai Branly’de sergilenen bir cenaze direğini alıkoymaya giriştiği çalışmasını örnek gösterebiliriz. Diyabanza, bu eyleminin amacını, “Bizden çalınan şeyi geri almaya ve Afrika’ya geri getirmeye geldim,” diyerek açıklasa da müze görevlileri onu engelleyerek eseri alıp götürmesinin önüne geçmişti. Ancak bu olayın ardından, Kasım 2020’de Fransa, Benin ve Senegal’e 27 Afrika objesini iade etmeyi kabul etti.
Diyabanza bir sanatçı olmasa da gerçekleştirdiği eylem, performans sanatı özelliklerini taşıyor. Bir başka isim, Brezilyalı sanatçı Ilê Sartuzi ise haziran ayında British Museum’da, izleyicilerin dokunmalarına izin verilen eserlerden tarihî bir sikkeyi çaldığını ve sonra onu müzenin bağış kutusuna attığını, yerine ise bir kopyasını koyduğunu açıkladı. Sartuzi’nin amacı British Museum’ın “sömürgeci, emperyalist sistemin temel bir parçası” olduğunu dikkat çekmekti. Süreci kaydettirdi ve sanat çalışmasına dahil etti. Bu artivist pratikler, kurumsal uygulamaların ve yüksek kültürün derin ideolojik yapısını, örneğin sömürgeci, ataerkil, heteroseksist ve sınıf baskısını ortadan kaldırmayı ve yeniden tanımlamayı amaçlıyor. Bu süreç, sadece sanatı değil, aynı zamanda toplumsal yapıları ve kimlikleri de sorgulayarak, daha kapsayıcı ve adil bir toplumsal düzenin inşasına katkıda bulunmayı hedefliyor. Eylemler, müzelerin politikalarının daha fazla görünürlük kazanmasına ve tartışılmasına, aynı zamanda bu kurumların kendi geçmişleriyle yüzleşmelerine, etik bir sorgulamaya çekilmelerine yol açıyor. Zira yıllardır sokakta gerçekleştirilen aktivizm, genellikle kanıksanmış bir normalleşme süreciyle aynı beklentileri ve tepkileri artık yaratmıyor. Bu nedenle, müzelerde gerçekleştirilen eylemler, sadece sanatsal bir protesto değil, aynı zamanda kültürel mirasın ve adaletin yeniden değerlendirilmesi için bir çağrı niteliği taşıyor. Müzelerde sergilenen sanatı hedef alan eylemler aynı biçimde devam eder mi bilemiyoruz ama o domates çorbası “müze” adına bir kez sıçradı.