Çağla Özbek
Ses, Zift, Vitrin: Arşivden Hatırata, Edebiyattan Görsel Sanatlara Güvenilmez Anlatıcılar
Dante ve Istakoz, İstanbul, 2023
“Yeni aynayı yadırgadım,
beni tek kişi gösteriyordu.”
Bilge Karasu, Gece
Bir yazarın, “Gördüğümü sen de görüyor musun?” diye sormasının birçok yolu vardır: uzun betimlemeler, karakter bolluğu, değişen bakış açıları, biçimsel vurgular. Kendiyle çelişir görünen, tekinsizi ortaya seren, üstümüzdeki ölü toprağını atmamız için bizi kışkırtan yazar, yöntem olarak güvenilmez anlatıcıları da kullanabilir. O kendini, düşüncenin düşünenden ulvi olduğu inancına adamış biridir. Aynaya baktığında tek bir kişi olması zaruriyeti kadar, ürettikleri aracılığıyla ona bakanın aynı kalması fikrine de isyan eder.
Çağla Özbek, Dante ve Istakoz’dan çıkan son kitabında edebiyattan ödünç aldığı güvenilmez anlatıcı kavramının görsel sanatlarda nereye oturabileceği üzerine bir inceleme sunuyor. SAHA Sürdürülebilirlik Fonu desteğiyle geliştirilen Ses, Zift, Vitrin: Arşivden Hatırata, Edebiyattan Görsel Sanatlara Güvenilmez Anlatıcılar adlı kitapta Özbek, konuya güncel sanat merceğinden bakarken Hale Tenger’den seçtiği belli eserleri odağına alıyor. Farklı açılardan bakınca farklı imgeler gösteren lentiküler kapağıyla içerikle konuşan tasarım, E S Kibele Yarman’a ait. Editörlüğünü Emrah Serdan’ın üstlendiği kitap, güvenilmez anlatıcı kavramının üretim ve hakikatin anlamı konuları etrafında ele alındığı söyleşilerle sonlanıyor.
Kadın+ mücadelesi
Ses, Zift, Vitrin’e hâkim olan sesin sık sık, güvende olmayan birinin anlam üretme sürecinde güven telkin etme sorumluluğu olup olmadığı sorusunu yönelttiği işitiliyor. Hapis olunan bir durum içinde özgürlüğü hayal etmenin bazen “hakikatin inatçı ve stratejik inkârı”yla başladığını öne süren yazar, kavramı kadın+ mücadelesi bağlamında da genişletiyor.
Hélène Cixous, “Medusa’nın Kahkahası”nda tam da kendisi, güvenilemeyecek bir tarihsellik tarafından kurulmuş hâkim dilin tehlikesine dikkat çekerken onun kadınlara sesleniş biçimini şöyle seslendirir: “Kıpırdama, senin bir an önce onun gibi görünmeye başlayabilmen için bir portreni çizeceğiz.” Buradan da hareketle güvenilmez anlatıcılar aracılığıyla tabularımızın, kurallarımızın, sansür mekanizmalarının sınırlarını gıdıklamak bana göre tam şuralara denk düşüyor: Birimizin alnımıza silah dayar gibi sabit kalmamızı emrederek resmedeceği tek bir “sözde gerçeklik”tense ancak kırılmış bir aynanın açığa çıkarabileceği kalabalık bir yansımalar topluluğu olmayı yeğlemek. Ya da belki başkasının aynası içinde yanılsama olarak tanımlanmanın yaratacağı haklı güvensizlik duygusunu okurda da uyandırmak.
Güvenilmez anlatıcılara bu yaklaşımla benzer bir yerden bakan Ses, Zift, Vitrin, kavramın kayıtlı tarih ile yaşanmış gerçeklik arasındaki kritik kopuklukları mercek altına alabilmek için kullanışlı bir araç olabileceğini ortaya koyuyor.
Çağla Özbek’in de belirttiği gibi: “Güvenilmez anlatıcılık stratejileri faşizmin, sansürün, seksizmin, ırkçılığın giderek arttığı dönemlerde özellikle kullanışlı görünüyor. Ayrıştırıcı, sınırlayıcı ve sömürgeci yapılara karşı inatçı bir çokluğu benimseyerek otoriteyle çelişen anlatılar, bu gibi zamanlarda özellikle etkin bir söz üretme ve dayanışma aracı olmaya devam ediyor.”
Doğanın aldatmacası
Ses, Zift, Vitrin’deki söyleşisinde Emrah Serdan okura Vladimir Nabokov’dan alıntıyla doğanın akışında saklı düzenbazlık ve aldatmacayı hatırlatıyor. Dünyadaki varlığının bazen üç-beş günlük, bazen on yıllara uzanan zaman çizgisiyle ölçülemeyecek önemdeki hayat döngüsünü sürdürmek amacıyla kamufle olan ve bin bir renge bürünen kelebek ve kuşları akılda tutalım. Sanatın doğanın bu büyülü hilebazlığına öykündüğü anlar ise sözde bir aldatmacanın üstüne kurulmuş sapasağlam bir gerçekliği ortaya koyuyor. Nitekim “İyi Okurlar ve İyi Yazarlar”da Nabokov sözlerini, “Bir hikâyeye gerçek bir hikâye demek, hem sanata hem hakikate hakarettir,” diyerek sürdürüyor.
Serdan’la sohbetlerinde Özbek, “Çekoslovak Radyosu” (1968) işinden de bahsediyor. Tamás Szentjóby’nin işi 1968’de Rus ordusu tarafından işgalinin ardından o dönemin Çekoslovakya’sında radyo yayınlarının yasaklanması üzerine bir direniş yöntemi olarak omuzlarında gazeteye sarılıp anten takılmış tuğlalarla gezen insanlara gönderme yapıyor. Sanatçısının “sanat olmayan” bir “sanat eseri” olarak nitelediği bu eseri, ne sanata ne hakikate hakaret eden güven uyandırıcı bir söylemin parçası olarak görmek mümkün. Szentjóby’nin tuğlalarının baykuşları taklit eden kelebekler mi, kelebekleri taklit eden baykuşlar mı olduğu tartışmaya açık görünüyor. Fakat bu işten hareketle yazarın ortaya attığı, “Duymamıza izin verilmeyen bir sesi hayal etmek de bir duyma biçimi değil mi?” sorusu hayal etmenin bir eylem, kendi güvenilmez anlatıcılarını yaratmanın ise mahremiyetin bilfiil inşası olduğuna dair temeli kuvvetlendiriyor.
Etel Adnan, Serhan Ada’nın Everest Yayınları için hazırladığı kitapta yer verdiği “Lübnan’da Yetişip Şair Olmak” yazısında, “Mahrem fikirler geliştirmek ilk başkaldırı ve özgürleşme eylemim oldu,” diyor. “Mahremiyet hayatıma çok daha geç girdi. İşte böylelikle özgürlük ile düşünceyi bağdaştırmaya alıştım ve politik ayaklanmayı bir benlik doğrulaması olarak görmeye hazırdım.”
Mahremiyetin sınır çizme, başkaldırı ve benlik kavramları etrafında şekillenişinin bir uzantısı olarak güvenilmez anlatıcılar da emin olduğumuza alternatif bir düşüncenin, bir şüphenin salt var olmasını ve evrende salınmasını sağlamasıyla bile sanat ve edebiyatın koruma altına aldığı hazinenin ne olduğunu hatırlamamızı sağlıyor.