Arter’in üçüncü katında, “çocuk odası”ndayım. Selen Ansen’in küratörlüğünü yaptığı Farz Et Ki Sen Yoksun sergisinde evin içinin müzeye genişlediği gibi bu oda da zihnimde serginin geri kalanına doğru genişliyor. Yetişkinin ötekisi haline gelen çocuğun kodlarında yazılı doyumsuz merakın, pervasız hazzın, ölümle korunaksız ilişkinin ve bunların iç içe geçişinin, alanı tekrar kaplamasına izin veriyorum.
“Dünyaya bir kez bakarız,” diyor Louise Glück, “o da çocukken. Gerisi hatıra.” Geçmişten bir anaokulu öğretmeni geliyor aklıma. Önüme hayalî bir kâğıt bırakıyor: bir başyapıt, bir buluntu nesne, bir hatıra defteri, bir nadide eser. Neyin ne olduğunu ayırt etmemi beklemiyor. “Kâğıtta hiç boşluk kalmasın,” diye tembihliyor sadece. Şüpheye yer bırakmamak için de ekliyor: “Beyazsa da beyazla boyayabilirsin.”
Hayalî boş kâğıdıma bakıyorum ve bu cümleyi ilk duyduğum ânı hatırlıyorum. O zaman abes gelmediği gibi, Farz Et Ki Sen Yoksun’u gezerken de bu cümle abes gelmiyor. Takma dişleriyle ağzı kulaklarında kurukafalar, kutusunda zor zapt edilen protez gözler, askerî sınırların tel örgülerine gerilmiş hamaklar, mektuplar, yaratıklar, merdivenler, sandalyeler, çerçevesinden dünyaya uzanan bedenler. Akla hayale gelmeyecek denli geniş bir yelpazede yapıt ve nesneyle doldurulmuş bu alana hâkim olan duygu, boş yer kalmaması için kâğıdı rengârenk boyama dürtümüzle yakın duruyor.
Serginin tanıklık ettiği, etkisini kaybetmeden yetişkinliğe taşınmayı başaran bir şey var: “Dünyayı, onu asla bütünüyle içine alamayacak bir kutuya sığdırma arzusunun yol açtığı ıstırap / Bir mekânın ve bir hayatın sınırları içinde sınırsız olanı yaratma gücünün verdiği haz.” Serginin kitabında bu duyguyu tarif eden Ansen, Bay Garîb olarak bahsettiği Ömer Koç’un koleksiyonunu, “boşluktan nefret eden bir istilacı” olarak nitelendiriyor. Tam da anaokulu öğretmenimin takdir edeceği türden bir akın.
Farz Et Ki Sen Yoksun, koleksiyonerin tüm arzularının, haz ve korkularının toplanıp müzeye serildiği hissini uyandırıyor. Gündelik hayatına eşlik eden bu rengârenk duygular ansiklopedisini alıp Arter’e taşımakla koleksiyoneri ister istemez, eşyaların üzeri henüz örtülü bembeyaz bir odada yere oturmuş, boş duvara bakar halde bırakıverdiğimizi hayal ediyorum. Biz, varlığını tüm bu yapıtlarda yankılayan koleksiyoneri düşünürken o sessizce Ömer Hayyam’ı, Marcel Proust’u, Orhan Veli’yi, Georges Bataille’i ve nicelerini, hiçbir zaman yok olmayacak eserleriyle seçilmiş ailesinin elinden çıkmış ve hepimizi doyurmaya yetecek bu sonsuz ziyafeti düşünüyor.
Yemek masasına yokluğu farz ederek oturmamızı bekleyen bu harikalar diyarını gezerken bir yandan boşluk üzerine de düşünmemek elde değil. Üstelik bu düşünce zinciri, boş kâğıdı rengârenk hayal etme fikrinden çok uzakta ikamet etmiyor. Varoluşa dair farkındalığımızı köpürtmeye devam eden bu deneyimde insan, ölümsüzlüğün imkânını gündelik bir soruymuş gibi ele almaya başlıyor. Zincirin bir sonraki halkasını ise, “faniliğin hüküm sürdüğü canlılar evreninde dünyevilikten el alan yükseliş ve kaçış alanları”nı ararken bu hazları mümkün kılanın, mutlak sonumuzun gerçekliği olduğunu kabullenmek oluşturuyor. Cioran’ın, “Sadece canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum,” dediği gibi.
Bilimsel gerçekliğe göre mor bir kuğuyla karşılaşma ihtimalimiz her zaman saklıdır. Bilimde her şey yanlışlanabilir. Öte yandan Sokrates’in ölümlülüğü mutlaktır. Belki de zamana yenik düşeceğinin bilincinde olmak Sokrates’lere yaşamlarını mor bir kuğu olarak geçirme imkânı veriyor. Sergideki her grotesk, tuhaf, tiksindirici ya da mizahi sahneyle birlikte yeni bir uzuv kazanan insan, görmediklerinin hayalini kurmadan edemiyor. Albrecht Dürer’in ünlü gergedanının başını çektiği hayvan temsillerinde, çıplaklara vuran ışıkta, kabuğa hazla dokunmayı tasvir eden ağaçlarda, otoportrelerin seslenişlerinde, tenin en narin noktasında bedenin sırlarını saklayan ayak tabanlarında tezahür eden rüya gibi gerçeklik, izleyiciyi mest edici bir yarı uyku haline davet ediyor.
Neyin eksik, neyin fazla, neyin sonsuz, neyin fani olduğuna kafa yorarken sergide doyum, yaşam, acı, haz ve ölümü bir silsile olmaktan çıkarıp bu kadar iç içe geçiren tutkalın ne olduğunu düşünüyorum. Bu silsile, bir şeyleri sıra sıra düşünüp tasnif etme merakımıza meydan okuduğu ortada olan serginin yapısını sökmeyi teşvik ettiği şeylerden sadece biri. Tam da bu tutkalla bir arada durduklarını düşündüren yapıtlara bakarken gözümün, ölüm-yaşam-erotizm hattını takip etmesiyle tanınan Georges Bataille’ın ünlü kitabı Gözün Öyküsü’nün ilk baskısına takılması tesadüf değil.
Ali Artun, “Georges Bataille’da Erotizmle Ölümün Birliği ve Sanat” başlıklı yazısında “ölüme yaşamın taşkınlığının aşılandığı” törenlerden bahseden Bataille’ın gözünde, “sanat ve edebiyatın da kurban ayinleri kadar şiddetli bir ihlal hareketi” olduğundan bahseder. Bu ihlal, sanatçılar ölse de üretilen her şeyin, haz dolu “küçük ölümler” doğurabilecek, yaşam döngüsünde yeni yapıtlara nefes olabilecek nesneler olduğunu akla getiriyor. Başı sonu olmayan metinler, kuyruğunu yiyen yılanlar, anda yok olan bedenler, tasnif mantığına meydan okuyan sergiler gibi, sanatın kendisi de yaşam ve ölümü birbirine karıştırıyor.
Sanatı, ölüm ve erotizmde olduğu gibi, “çalışmanın kesintiye uğradığı, arzuların kamçılandığı bir etkinlik” olarak tarif eden Artun, bu yazısında mağara duvarlarına çizen insanlardan da bahsediyor. Bizi baştan çıkardığı halde amacı ve faydası olmayan ve kendiliğinden gelişen bu oyunun, “insan zihinleri arasındaki özgür iletişimi başlatan” eylem olduğundan söz ediyor ve ekliyor: “Ölüm ve erotizm gibi, sanat yoluyla da insanlar, aralarında bir süreklilik olduğunu hissetti.”
Artun, Bataille’a göre, “baştan, erotizmde saklı olan yaşamsallık vaadi ile ölümün verdiği acı arasında ilişki kurmanın zor olduğu”nu vurguluyor. Bunu da yaşamın ancak ölüm sayesinde yenilendiğini unutmamıza bağlayan Artun, şöyle devam ediyor: “Oysa, ölüm ve erotizm özdeştir. İkisi de yaşamın sınırsızca harcanmasıdır.”
Farz Et Ki Sen Yoksun yaşamın tam da bu sınırsızlıktan beslenen tarafıyla mekânı kaplıyor. Bize dair olan her şeyi dünyaya stetoskop gibi bakan bir mikroskobun altına yatırıp onu renkli bir araştırma nesnesi haline getiren sergi, insan olmanın bütün durumlarını pamuklara sarıp sarmalama, onu onur konuklarıyla paylaşma tutkusunu gözler önüne seriyor. Boş kâğıdı en sevdiği seslerle, müzeyi en sevdiği renklerle, kulaklarımızı farklı dönem, mecra ve temalardan en sevdiği öznelerle, özenle dolduruyor.
Böyle bir tasarı için tek sesliliğin yeterli gelmemesine şaşmamalı. Sergi, yapıtlar arasında kurulan yakınlıklar ve doğan çağrışımlar aracılığıyla bir bütün olarak ele alınabildiği kadar bakış açılarının ve dünyaların çoğulluğuna da yaslanıyor. Ansen’e göre: “Kendine bir beden yapmak için gerekenden daha fazla sırt, ayak, el ve baş edinen Bay Garîb, böylece kendisi için tamamen kişisel bir soyağacı yaratıyor.” Buluntu bir objeden nadide bir esere kendi aralarında hiyerarşi kurulamayan, sınıflanamayan nesneler, çok sesli bir koroda duyulacak çeşitliliğin temsili olarak sergide kendine yer buluyor.
Cana Bostan serginin kitabında Freud’un istifçilikle arasında yaptığı ayrımı hatırlatırken koleksiyonerliği, “dünyaya hâkimiyetin ilkel ve güvenli bir biçimi” olarak andığına işaret ediyor. “Nesne” sözcüğünün Fransızca anlamını “bir duygunun, bir tutkunun sebebi, amacı, konusu olan her şey”olarak paylaşan Bostan, tutkuyu da öznenin, nesnenin tesiri altına girdiği bir süreç olarak aktarıyor.
Elbette bu tesir izleyiciyi etkisi altına aldığı kadar, koleksiyonerin motivasyonuna da işaret ediyor. Bostan, öznenin de “nesneleri simgesel bir düzene kaydederek ölümsüz şeylerin aynasında kendi yansıması”nı kurduğunu belirtirken koleksiyonuyla kendini var eden kişi imgesini izleyici için temellendiriyor. Elbette bakıştan alınan haz ile sonsuzluğu bir arada kullanarak koleksiyonda simgeleştiğinden arzu-ölüm-varoluş hattının bir ucundan da o tutuyor.
Her şey havada mı kalıyor, her şey yerli yerine mi oturuyor? Merdivenler boş bir göğe yükseliyor. Bu işte bir gariplik olduğunu seziyorum ama ayakları yere basan sandalyeler aksini söylüyor. Serginin küratörü; Gary Anderson’ın koleksiyondaki “O Hep Garip Bir Oğlandı” işiyle karşılaştığı ânı anlatıyor. Güncel bir tuhaflığı geçmişteki tutarlı bir acayiplikle açıklayan ve geleceğe dair pek seçenek bırakmayan bu isimdeki yalnızlığı üstümden silkelemeye çalışıyorum. Ölümsüz şeylerin aynasının biraz da çarpık olduğunu unutmadığımız sürece ıssız değiliz. Konuşuyoruz. Kâğıtları boş yer kalmayana kadar dolduruyoruz ve merak uyandırıcı tuhaflıkları birbirimize gösteriyoruz. Ölümler susunca başlıyor.
• Farz Et Ki Sen Yoksun, 29 Aralık’a kadar Arter’de görülebilir.