Başka Kayda Rastlanmadı: Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Arşivi Salt ve Kadir Has Üniversitesi işbirliğiyle 2018’den bu yana yürütülen arşiv çalışmaları kapsamında, hem tarih hem sanat hem de edebiyatın alanına giren, hepsi arasındaki sınırları bulanıklaştıran bir başyapıtın hikâyesine ışık tutuyor. Reşad Ekrem Koçu’nun 11 ciltte ancak G harfine kadar gelebildiği ve bitirmeye ömrünün yetmediği meşhur yapıtının yayımlanamamış fasiküllerine dair birçok birikmiş belge, not, yazışma, fotoğraf ve çizim, sergi sayesinde ilk kez izleyiciyle buluşuyor. Basılı ciltlerle birlikte toplamda 40 bin öğelik bir belge grubunun sergi kapsamında filtrelenebilir şekilde çevrimiçi erişime açılması projesi ise Reşad Ekrem’in bu müstesna yapıtı bağlamında konuşulacak yeni tartışmaları müjdeliyor.
Giriş ekranında yazarın her hikâyeden yeni tuhaflıklar devşiren bereketli sesini ve merakta sabitlenmiş gözlerini hatırladıktan sonra Merve’yle sergiye adım atıyoruz. Onun, “İlişkinizin kamusallıktan azade biricik tarihçesi,” cümlesini anarak giriyorum galeriye. On yılı aşkın arkadaşlığımız süresince Merve’nin, bir arşiv delisi olarak çektiği yüzlerce fotoğraftan bana düğün hediyesi olarak hazırladığı albümün giriş cümlesi bu. Reşad Ekrem Koçu’nun mekândan kişiye, kişiden hikâyeye, hikâyeden toplumsal gerçeklere sıçraya sıçraya genişlettiği, genişletmekten bitiremediği, bitirme kavramının anlamlarıyla oynadığı arşivine bakarken biriciklikleri, kamusallığı, ilişkileri ve Merve’nin fotoğraflarımıza düştüğü dipnotları düşünüyorum. Anların arşivlenmesi bağlantıları ve çerçeveyi, fotoğrafları ve ispatı, güzelce bir kapağı, bir çift sözü ve souvenir’leri beraberinde getiriyor.
Ne var ki Reşad Ekrem’in kendi düzenli kaosu içinde ahistorik şekilde ortaya döktüğü, farklı bağlamlardan koparıp kolajlar halinde sunduğu arşiv, kategorilere sığmayı reddediyor. Belgelerin kopyalarını fotoğraflarken Merve’nin de kendine has yeni kopya hatıralar yarattığını görüyorum. Hakikatin ne olduğuna dair absürd bir Platon’cu tartışmaya girmenin eşiğindeyiz. Halbuki Reşad Ekrem’in zihni, hakikatin ne olduğunu sorgulamanın ve onu sanattan üstün kılmanın yeri değil. Onun arşivi üzerinden bir gerçekliğe ulaşma ihtimali tamamen imkânsız olmasa da riskli bir oyun olmaya daha yakın.
Reşad Ekrem’i, bulduğu fındıkları sonraki mevsime saklamak üzere hummalı bir çalışma yürüten bir sincap olarak hayal ediyorum. Kaybolmasını istemediği hikâyeleri tek tek ağzına doluşturuyor, saplantıyla yuvasına taşıyor, yiyebileceğinden fazlasını ansiklopediye almak istiyor. Okuru İstanbul’a dair arayacağı aşikâr bilgilere değil, aramadığı halde kendini merakla okurken bulacağı yüzlerce hikâyenin arasında kaybolmaya davet ediyor. Belli ki bu sincabın asıl niyeti karın doyurmak değil – o, biriktirdiklerini paylaşacak ev sahibi olmanın hazzını kovalıyor.
Arşivin ve ansiklopedinin her bir köşesinde kendini gösteren REK imzası, yazarın gözlerden ırak bir toplama eylemine değil açıkça paylaşılan hikâyelere, en çok da dedikodulara inandığı fikrini pekiştiriyor. Hamamlar, kahvehaneler, meyhaneler, gecekondular ve şehrin kuytularından çıkan civanlar, kopuklar, sevgililer, muhabbet tellalları ve köçekler, hanım oynaşları, striptizciler, katiller, yankesiciler, izleyen ve izlenen çocuklar... Emre Ayvaz’a göre içinde bulunduğu dünyada, o dünyayı da kapsayacak bir ev inşa etmek istiyor Reşad Ekrem. Ansiklopedisinin onu biriktirmesini, koleksiyonunun onu kapsamasını isteyen yazar için kamusallaşma tek yöntem haline geliyor.
Şehrin, içinde yaşayanlarıyla; sevişen, dövüşen ve olup biteni kulaktan kulağa aktaranlarıyla nefes alıp verdiğine inanan bir yazarla karşı karşıyayız. Hippiler, jigololar, külhanbeyleri, intihara kalkışanlar, ortadan kaybolanlar, vampirleşiverenler derken İstanbul, üstündeki ölü toprağını atıyor. Salt bu kıpır kıpır mikro tarihleri kamuya açarak en eylemsiz ziyaretçinin bile ansiklopedinin tabiriyle “garib ve meraklı şeyler”e gözünün kaymasını sağlıyor.
Reşad Ekrem’in gerektiğinde erotize, mübalağa ya da Edhem Eldem’in deyişiyle vülgarize ederek görünür kıldığı “tuhaf” hikâyeler hepimizin ortak merak duygusunu cezbetse de, bahsedilen karakterler tamamen hasıraltı edilenlerin geleneğinden anlatılmıyor. Arşivde varlığını hissettiren, Orhan Pamuk’un da “cinselliği tuhaflık, günah, kirlilik … duyguları ve korkuyla” ilişkilendirdiğinden söz ettiği erkek kültürü, hakkında başka kayda rastlanmayanın ne olduğunu tekrar tekrar düşünmeyi gerektiriyor.
Günümüz kavramlarıyla çabucak buraya ya da oraya yerleştirilememe güzelliğine sahip bu zengin arşivin, öznel ve kamusal olan arasındaki akış ve sınırlara dair zengin bir soru yelpazesi var. Arşivdeki yansımaların “sadece eşcinsellik olarak mı, ‘eski usul’ oğlancılık olarak mı ya da bugünün queer kavramı kapsamında mı değerlendirilmesinin doğru olacağı” ise Edhem Eldem’in Toplumsal Tarih dergisinin “Reşad Ekrem” dosyasında bahsettiği gibi daha karmaşık. Bu zorluğun hakkını vermek gerekse de bu bağlamda değinebileceğimiz bazı başarılı tahliller bulunuyor. İpek Bozkaya, hayatını iktidarca dışlanan tarihsel içerikleri kovalamaya adamış Reşad Ekrem’in pratiğinin bir “queer direnişi ve Foucauldyen arkeolojiyi” işaret ettiğine dikkat çekiyor. Ansiklopediyi queer arşivler bağlamında ele alan Ezgi Sarıtaş ise onun Batılı benzerlerinden nasıl farklılaştığını daha kapsamlı inceliyor. “Hisler arşivi” olarak da bilinen bu birikimlerde cinselliğin görünmez konumu gereği dağınık ve efemeral izler bırakılırken Reşad Ekrem’in tarihselliği göz ardı ediveren arşivi farklı bir dağılma ve ortaya dökülme biçimine işaret ediyor. Sarıtaş’ın Joseph Allen Boone’dan alıntıladığı gibi İstanbul Ansiklopedisi “görünmez bir kültürü görünür kılmayı” değil, “Osmanlı-Türk heteronormalleşme sürecinde yok olmakta, silinmekte, unutulmakta olan bir kültürü muhafaza etme”yi amaçlıyor.
Reşad Ekrem’in bu zamandan azade ansiklopedinin görece teknik çerçevesinde kamusallaşmış biricikliği, Salt’taki sergi vesilesiyle coğrafyasının kendi sorularını daha geniş bir izleyici kitlesinin zihninde misafir etmeye aday. Arşivin “bakma” ve kayıt altına alma pratiğini takip eden sergi, onun kendine has tezatları ve sözcük dağarcığını, kişisel-kamusal arasında sınırları bulanıklaştıran yapısını ve bildiklerimizi yeniden düşünmeye çağırıyor. Reşad Ekrem’in hayalleri, hakikatleri, coşkusu ve karakterleri, elyazıları ve notları, gün yüzüne çıkamamış heyecanları, acıları, arzuları ve kızgınlıkları arasında dolaşırken bir dikizci gibi hissetmemiz biraz da bundan. Sanatın hep fazlaca yakın hissettirmesinin, meraka yenik düşürmesinin, cısss uyarılarına rağmen parmaklarımızda sonradan hatırlanacak küçük yanıklar bırakmasının sebeplerini de çok uzakta aramamak gerekiyor.
Salt Galata’daki sergiden çıkınca “bir poster bile” almadığımıza uyanıyoruz. Merve geri dönmeye gönüllü. Elinde iki posterle geldiğinde ruloların birine Cem Dinlenmiş imzalı objelerden sıkıştığını fark ediyoruz. “Ne yaptın sen?” diyorum onu tedirgin etmeye çalışarak. “Senin kısmetinmiş,” diyor. Bir biriktirme huyudur gidiyor, sincaplık bize de bulaşmış, sergiden aklımızda kalanlarla kendi arşivimize yol alıyoruz.
Başka Kayda Rastlanmadı: Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Arşivi, 29 Ekim’e kadar Salt Galata’da görülebilir.