Küratörlüğünü üçüncü kez Fatoş Üstek’in üstlendiği, The Regent’s Park’ın tarihi İngiliz bahçelerinde gerçekleşen Frieze Sculpture’in 13. Edisyonu’nda, Galeri Nev İstanbul işbirliğiyle Burçak Bingöl’ün Unit Terrenum Rosa adlı kamusal heykel yapıtı da yer alıyor.
İngiltere’nin en önemli çağdaş sanat fuarı olan Frieze’de 13 yıldır devam eden Frieze Sculpture bu yıl da çok ilgi çekiyor. Bu kapsamda 14 sanatçının eserleri Regent’s Park’ta sergileniyor.
Eserleri Metropolitan Museum of Art (MET) ve İstanbul Modern gibi kurumsal koleksiyonlarda bulunan Burçak Bingöl, 7 yıl aradan sonra geçen sene Yeryüzünde Minör Titreşimler sergisini gerçekleştirmiş ve bu sergisinde kille kurduğu ilişkiyi Tate St Ives, Ka Ankara ve Galeri Nev İstanbul’da izleyicilerle buluşturmuştu. Sergi hazırlık sürecini ise SAHA Derneği desteğiyle Tate St Ives Porthmeor Stüdyoları’nda yapan Bingöl’ün 4 yıla yayılan proje- sini belgeleyen Yeryüzünde Minör Titreşimler adlı kitabı da geçen aralık ayında yayımlandı. İstanbul Modern’de eğitim programlarına destek toplamak amacıyla gerçekleştirilen Gala Modern’deki müzayede de bu seriden bir eserin satışı gerçekleştirildi.
Gölgelerin İçinde
Frieze Sculpture’a dönersek, Frieze Sculpture küratörü son 3 yıldır Londra’da yaşayan bağımsız küratör ve yazar Fatoş Üstek, Frieze Sculpture’ın bu yılki temasını In The Shadows (Gölgeler İçinde) olarak belirlemiş.
Bu yıl Frieze Sculpture’a seçilen sanatçılar, gölgeyi hem bir düşünce hem de bir somut olgu olarak ele alarak ekolojik kayıp, köklere dair izler, bedensel deneyimler ve heykelsi metaforlar gibi temaları araştırmışlar. Geleneksel heykel sanatının sınırlarını zorlayan bu seçkide farklı coğrafyalardan gelen 14 sanatçının eserleri halka açık olarak sergileniyor. Frieze maddi beklentilerin yanında kamusal alanları değerlendirerek sanatın herkes için ulaşılabilir olmasını sağlıyor.
Bu tema kapsamında Burçak Bingöl de görmeye alışık olduğumuz eserlerinden farklı olarak küp formunda bir heykel üretmiş. Sanatçının pratiğinde, seramiğin kültürel çağrışımları kadar kilin yeryüzüyle kurduğu ilişki de önemli bir yer tutuyor. Doğa, tarih ve coğrafya arasındaki kesişim- leri araştıran mekâna özgü bu heykel; Türkiye’nin çömlekçilik kültürünü geçmişten günümüze taşıyan Kapadokya-Avanos’tan alınan toprağın da kullanılmasıyla hayata geçmiş. Eser bir metreküplük sıkıştırılmış kütleden ve sanatçının ürettiği seramik parçaların heykelin yüzeyine yerleştirilmesiyle oluşturulmuş.
Bingöl Londra’daki The Regent’s Park’ın kil açısından zengin toprağını da içeren eseri geliştirmek üzere mimar-sanatçı ikilisi Çağlar İşbilir & Can Cumalı (Mono Earth) ile de çalışmış. Sanatçı kilin kültürel be doğal bağlamlarıyla kurduğu derin ilişkiden de ilham almış.
Bingöl, Londra’daki The Regent’s Park’ın kil açısından zengin toprağını da içeren eseri geliştirmek üzere Mono Earth, Can Cumalı ve Çağlar İşbilir ile bir iş birliği yaptı. “Doğaya karşı ne borçlu ne de alacaklı” olduklarını vurgulayan İşbilir-Cumalı ikilisi, mekânlara toprağın farklı yüzlerini taşıyarak üretimlerini şekillendiriyor. Sıkıştırılmış toprak tekniğiyle çalışan Mono Earth, yeryüzünden kesitler alarak bunları görünür kılmaya ve izleyicinin “yer” ile kurduğu bağı yeniden düşünmesine olanak tanıyor. Mono Earth’in Burçak Bingöl ile iş birliği, sanatçının ortak çalışma niyetiyle ikiliye ulaşmasıyla başladı. İstanbul, Londra ve Kapadokya arasında gidip gelen yoğun bir süreç sonunda ortaya çıkan Unit Terrenum Rosa, iki taraf için de sınırların zorlandığı ve birçok “ilk”in denendiği bir deneyim oldu. Özellikle Kapadokya’daki atölye çalışmalarında, titizlikle planlanan kompozisyonun yanı sıra toprağın rastlantısallığını da yüzeylerde yansıttılar. Mono Earth, mimarlık kökenlerinden gelen birikimle doğal yapı tekniklerini daha incelikli ölçekte yeniden yorumluyor. Killi toprak karışı- mının katman katman sıkıştırılmasıyla taşlaşan bu yöntem hem malzemenin potansiyelini araştırmalarına hem de izleyiciye yeni bir mekânsal ve duygusal deneyim sunmalarına imkân veriyor.
Burçak Bingöl: “Sanat yapıtının kamuyla kurduğu ilişkiyi çok önemsiyorum”
“Sanatımla beyaz küpten çıkıp hayatın içine karışmaktan doğrusu müthiş bir heyecan duyuyorum. Çalışmalarım zaten yerlerden, yer değiştirmelerden, yerlerin fiziksel hem psikolojik boyutlarından çok besleniyor, bu anlamda yapıt sanki başladığı noktaya geri dönüyor gibi... Ben ve kontrollü sergileme ortamının devreden çıktığı öngörülmesi zor riskleri olan yeni bir süreç başlıyor; yapıt hayatla baş başa kalıyor. Hayatla gelen her şey gibi, bu riskleri de doğallıkla kabul ediyorum. Sanat yapıtının kamuyla kurduğu ilişkiyi çok önemsiyorum. Burada işler bir sergi alanına belki girmeyecek insanlarla da buluşuyor ve bu etkileşimlerden oldukça ilginç yeni şeyler çıkabiliyor. Frieze Sculpture için ürettiğim iş, yer aldığı Regents Park’ın bahçıvanlarıyla yaptığım sohbetle ve parkın kendisiyle şekillendi. Baş bahçıvan Anne Tuomisto’dan parkın aslında kil olduğunu öğrendiğim an projenin yeniden şekilleneceğini hissetmiştim. İlginç bir tesadüftür ki bu projede çok keyifli bir iş birliği yaptığım Mono Earth ekibinin atölyesinin benim zaten uzun yıllardır çeşitli şekillerde bağlantıda olduğum Avanos’ta olmasıyla bu iki yerin toprağı ve bu topraktan üretilmiş seramikler yapıtla birleşmiş oldu. Beyoğlu’ndan topladığım gülleri Regents Park’taki güllerle birleştirince buradaki ve oradaki killerin ve güllerin yüksek basınç altında sıkışarak birleştiği bir ünite çıktı ortaya... Elmgreen & Dragset küratörlüğünü yaptığı 2017 Bienali’nde, küratörlerden Ingar’ın atölyemde gördüğü bir yer- leştirmede kullandığım seramik kamerayı sokakta sergileme fikirleri beni de çok heyecanlandırmıştı. Sokaktaki patlamalar yüzünden gündelik hayatın kırılganlaştığı bir dönemdi. Kamusal alanın tüm tehlikesine rağmen Beyoğlu sokaklarında kalmaya, yaşamaya devam edebildiğimiz bir dönemde seramik gibi kırılgan bir malzemeyle üretilmiş bir heykeli sokağa çıkarmak benim için sembolik bir direniş yöntemiydi. Seramikleri sokaklara yerleştirirken zarar görebilme ihtimallerini göze almıştık; hatta bu nedenle fazladan üretim de yapmıştım. Doğrusu sergi boyunca hiçbirine zarar gelmemesi yaşadığım yere inancımı da pekiştirdi. 2006 yılında New York’ta da ürettiğim Broken-City kamusal bir iş de yine kente ait kırılganlığı farklı bir şekilde ele alıyordu. Atölye sürecimde kırılan parçaları küçük anıtlara dönüştürüp, New York kentine has sokak elemanlarına mıknatısla tutturduğum bir iş üretmiştim. Bu küçücük adanın cazibesiyle dünyanın her yerinden umutlarla gelen insanların hayal ve hayal kırıklıklarının parçalarıydı.”

Çağlar İşbilir - Can Cumalı. Fotoğraf: Luchana Hey
Can Cumalı ve Çağlar İşbilir (Mono Earth): “İşlerimizin merkezinde ‘sıkıştırılmış toprak’ adı verilen bir teknik var”
“Bizler uzun süredir tanışık olduğumuz ve farklı yüzlerini görmeye, göstermeye çalıştığımız toprak malzemesiyle çalışıyoruz. İkimiz de mimarlık eğitiminden geliyoruz ve büyük ölçekte kullanılan doğal yapı tekniklerini daha incelikli bir yaklaşımla yorumlayarak mekânlara taşıma niyetiyle bir araya geldik. Toprağın alışık olduğumuz sınırlarını esneterek farklı bağlam ve ölçekteki potansiyellerini araştırıyoruz. İşlerimizin merkezinde ‘sıkıştırılmış toprak’ adı verilen bir teknik var. Basitçe, killi bir toprak karışımının katman katman sıkıştırılarak taşlaşmasıyla oluşan bir yöntem. Teknikle ve malzemeyle derinleştikçe, insanların yer ile kurduğu bağlantıyı farklı formlar aracılığıyla anlattığımız deneyimler ve yerleştirmeler üretmeye yöneldik. Yeryüzünden kesitler alarak bunu görünür kılıyoruz. Bizim için bu yolculuk hem kendimizi hem de dünyamızı keşfetme ve ifade etme aracı. Eser, sergilendiği alanla ve bünyesinde barındırdığı hikâyelerin geçtiği coğrafyalarla güçlü bağlar kuruyor. Seramik parçalardaki gül motifi üzerinden anlatılan tarihi ve kültürel bağlantıların yanı sıra, eseri oluşturan katmanlara göz gezdirdiğimizde de yerel ile kurulan ilişkileri görebiliyoruz. Kapadokya’nın farklı bölgelerinden toplanan çeşitli renklerdeki topraklar esas kütleyi oluştururken, katmanlar arasında Regent’s Park’ın koyu renk toprağının bıraktığı izlerle karşılaşıyoruz. Bu izlerin kompozisyon içerisindeki denk gelişleri de tesadüf değil. Eserin iki farklı yüzeyinde görülen koordinatlardan biri doğduğu, bir araya geldiği alanı işaret ederken, diğeri sergilendiği konumu işaret ediyor.”
