Salman Rushdie’nin 2019’da yayımlanan Quichotte adlı romanı iki paralel evrende ilerler. Evren lerin birinde Cervantes’in Don Quichotte’si gibi aşk uğruna yollara düşen Hint kökenli bir Amerikalı karakterin yaşamını okuruz. Rushdie’nin Quichotte’si televizyonda görüp vurulduğu spiker Salma R’yi bulmak amacıyla ABD’yi arabayla boydan boya geçmeye niyet etmiş tir. Tıpkı Cervantes’in romanındaki gibi yolda onun da başına olmadık şeyler gelir. Zaman içinde arabanın yolcu koltuğunda vücuda gelen yeniyetme Sancho ile Quichotte bu yolculukta, değirmenlere karşı olmasa da Amerika’nın medya güdümlü siyasi, kültürel ve sosyal kaosuyla savaşıp dururlar. Diğer evrende ise bu kurguyu yaratan Birader (Brother) adlı bir karakterin anlatısıyla karşılaşırız. Birader de Hint kökenlidir. O da Amerika’da yaşar. Orta yaş krizinin ortasında bir yazardır. Quichotte adlı bir kitap yazmaya çalışır. Modern okur kendi içine kapanan bu tip hikayelere alışmış, hatta bu iç içe geçişlerden sıkılmıştır bile ve Rushdie gibi usta bir yazar bunun bilincindedir elbette. Bu yüzden bize bir sürpriz yapar ve romandaki iki paralel ama birbirine dokunmadan ilerleyen evreni birbirine bağlar. Hayır, bağlamak değildir yaptığı. Quichotte ve Sancho iki dünya arasındaki aşılmaz varsaydığımız cam duvarı tuzla buz ederek yazarın, Birader’in yazı hanesine dalarlar. Rushdie’nin hınzır aklı burada da bizi şaşırtır. Çünkü Quichotte ile Pancho’nun evreninde müthiş çaba isteyen bu kırılma, Birader’in romanını yazdığı ve orta yaş krizi geçirdiği odasının duvarında fare deliği büyüklüğünde bir delik açmak tan öteye geçemez. Karakterler bu delikten içeri girerler, yazarları ile karşılaşırlar. Her ikisi de Birader’in hayal ve hikâye ettiği gibidir. Tek farkla… Boyları parmak kadardır. Evet, Alice’in Harikalar Dünyası’ndaki gibi bir delikten geçince çekmiş, küçülmüştürler. Kitabın iki evreni bir anlamda birleşmiştir. Yazar ile karakteri aynı fiziksel mekânda bir arada dursalar da tek bir evreni asla paylaşamayacaklardır. Rushdie’nin kitabının bu esprili sonu aklıma çocukluğumun uzun yıllarını önünde geçirdiğim bebek evini getirdi. Bebek evini babam bana strafor köpükten yapmıştı. Köpük evin üç katı, yedi odası, kırmızı duvar kâğıdı ile kaplı eğimli bir çatısı vardı, odaları bizim evdeki gibi bordo ve lacivert halıfleks ile kaplıydı. Yıllar içinde edindiğim eşyalarını bir odadan diğerine taşıyarak içinde nice oyunlar kurduğum bu eve ve içindeki bebeklerime bakarken bazen içime yoğun bir çaresizlik çökerdi. Oyuncak bebeklerimin yaşadıkları dünyaya, o paralel evrene asla giremeyeceğim gerçeğinin bilincime çıktığı bir andı bu. Evet, oyunları ben kuruyordum. Oyuncakları konuşturan, onlara yaşam, onlara can veren benim hayal gücümdü ama incecik bir zar beni onlardan ayırıyordu. Bu zar şeffaftı ve hatta esnekti ama yine de benim o evde, bebeklerimin sahip olduğu kalabalık ailelerle yaşamama geçit vermeyecek ölçüde net bir sınır çiziyordu. Rushdie’nin Quichotte’si gibi duvarı kırıp kurgu evrenin diğer tarafına geçemezdim. Hasret ile haset arası bir duyguyla köpükten evi ayaklarımın altına alıp, ezmek istediğim anlardı bunlar.
“Masumiyet Müzesi’nin bana eski bebek evimle babamı hatırlatacağını tahmin edememiştim”
Sonra çocukluk bitti. Bir sabah uyandım ve köpükten evin odalarında beni bekleyen bebeklerin (benimle) konuşmadıklarını fark ettim. Ruhları çekip gitmişti. Onları yetiş kinlerin gözünden gördüm birden. Cansızdılar. Ezbere bildiğim karakterleri, kaprisleri, onlara özgü ve sadece benim bildiğim kusurları, hepsi yeryüzünden silinmişti. Bebek evini boşalıp annemle kapının önüne koyduk. İkimiz için de zor bir gündü. Çocukluğun ölümü ve cenaze töreni. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ne ilk defa 2013 yılında gittim. Müze açılalı ve babam öleli tam bir sene olmuştu. Aynı isimli romanı birkaç defa okumuştum. Füsun’u sokakta görsem tanırdım. Sibel’i ve Kemal’i de. Roman belleğime karışmış, kimi bölümleri ben bunu rüyamda mı gördüm yoksa yaşadım mı, yoksa bir kitapta mı okudum dediğim türden anılara dönüşmüştü. Romana olan bağlılığım yüzünden belki, müzenin bana eski bebek evimle babamı hatırlatacağını tahmin edememiştim. Oysa babam da adaşı olan ve romanın anlatıcısı Kemal gibi bir eşya toplayıcısıydı. Masumiyet Müzesi’nin bulunduğu Çukurcuma’da, 1990’lı yıllarda biz de onunla sokak sokak gezerek, eski postane terazisi, antika daktilo ve ne işe yaradığını bilmediğim muhtelif eşyanın peşine düşmüştük. Masumiyet Müzesi bir roman müzesi, evet. Ama kendi başına da bir yapıt. Bunu içeri girer girmez anlıyor insan. Zaten Pamuk’un da yazılarında ve söyleşilerinde belirttiği üzere romandan önce müze fikri varmış. Hatta başta romanı bir eşya kataloğu olarak düşünmüş. Eşyalardan yola çıkarak anlatılan bir aşk ve aile öyküsü. Müzeyi kurmak yolunda somut adımlar attıkça romanı bildiğimiz klasik tarzda da yazabileceğini anlamış. Eşyalardan yola çıkan bir öyküyü bize müze zaten anlatıyor çünkü. Kitabı bilmeyen birinin hayalinde de müze deki vitrinlere bakarken çeşitli hikâye canlanacaktır eminim. Üstelik bu eşya-müze hikayesinde hayal gücünün doldurabileceği boşluklar daha geniş. İnsan Füsun’un ve ailesinin kitapta bahsi geçmeyen anlarını da müzenin anlattığı hikâyeye ekleyebilir. Sabahları altında pijaması ile kahvaltı eden Füsun’un babasını ya da bahar temizliği sırasında halıları camdan sokağa silkeleyen Nesibe Hala’yı görebilirsiniz müzeyi gezerken. Hayal gücünün sınır tanımaz yapısı ile bir yapının fiziksel sınırları birleştiğinde ortaya ya hatıra ya da hikâye çıkar zaten. Ya da ikisi birden. Pamuk’un da dediği gibi “Hayaller ve hatıralar birbirine yakındır ve romanımın ve müzemin yakınlığı bundan kaynaklanır.” “Sen benim resimlerimi çocukluğunun İstanbul’u için seviyorsun,” demiş usta fotoğraf sanatçısı Ara Güler Orhan Pamuk’a. O da “Hayı,” diye yanıt vermiş. “Ben sizin fotoğraflarınızı güzel oldukları için seviyorum.” Ama hemen sonra şu soruyu sormuş bize ve kendine: “Güzellik ve hatıra birbirinden ayrılabilir mi?”
“Müzeyi gezdikten bir iki gün sonra kendimi yine orada buldum”
Tıpkı Kemal’in ayaklarının onu Füsunların evine kendiliğinden götürmesi gibi ben de müzeyi gezdikten bir-iki gün sonra kendimi yine orada buldum. Vitrinler deki tasarıma bakarak eşyanın romanını okumak yerine başka bir şey yapmak istediğimi seziyor ama tam olarak da çıkartamıyordum. Merdivenleri tırmandım. Odalara girip çıktım. Kemal’in onları bu evde ziyaret ettiği ilk sefer, Füsun’un hınzırlık edip tekini banyoda bıraktığı küpesini görmek belki. Sonraki gün oraya bir daha gittim. Ve sonra bir daha… Bilet kesen genç kadın dışında kimsenin haberi olmuyordu, benim bu takıntılı müze ziyaretlerimden. Tohumu yıllar önce, bebek evimin önünde otururken içime düşen ve benimle büyüyen çaresizliğim, kurgu dünyanın geçit vermez doğası karşısında duyduğum hasret ile haset arası o duygu müzedeyken yatışıyordu. Orası o incecik zarın öte tarafına geçme ihtimalinin bulunduğu bir yerdi. Orası Kemal’in satın alıp kurgu karakteri Orhan Pamuk’un müzeye dönüştürdüğü Keskinlerin eski eviydi bir yandan ve aynı zamanda orası benim evrenimde yaşayan yazar Orhan Pamuk’un satın aldığı ve romanın müzesi olarak kullandığı bir eski Rum eviydi… İki evrenin ortasında ayakta dururken Rushdie’nin duvar delen Quichotte’si gibi hisse diyordum kendimi. Ya da incecik bir çizgi üzerinde dengesini bulmuş bir cambaz gibi. Müzenin içindeyken tek bir evreni gerçek sayıp diğer olasılıkları “sayılmaz”dan sayan zihin kalıplarım kırılıyordu. Meltem diye bir gazoz markası belki sahiden vardı ve Nişantaşı’nda lise okuduğum yıllarda belki Şanzelize Butik’in önünden geçmiştim. Belki de hepsi o öteki kurgu alemine aitti. Okurların pek sevdikleri ‘peki yazdıklarınızın ne kadarı gerçek?’ sorusunun anlamını yitirdiği bir ara dünyaydı orası. Ve kim bilir tüm bu özellikleri yüzünden Masumiyet Müzesi içinde babamla da yan yana durabilmek mümkün oluyordu.