İngiliz sanatçı ve yönetmen Steve McQueen, son 20 yılda hem sanat hem de film dünyasında müthiş bir üne kavuştu. McQueen 1999’da Turner Ödülü’nü kazandıktan sonra 2009’da Venedik Bienali’nde Büyük Britanya’yı temsil etti ve 2014’te 12 Years a Slave (12 Yıllık Esaret 2013) filmiyle Oscar alarak En İyi Film Ödülü’nü kazanan ilk siyah yönetmen oldu. Sanat ve sinemaya yaptığı hizmetlerden ötürü şövalye unvanı aldı ve müzelerde büyük sergiler açtı. Şu anda her iki sektörde de bu kadar yüksek itibara sahip başka bir isim yok.
İster sinema, ister televizyon ya da bir sanat galerisinin mekânları için çalışsın, McQueen’in ayırt edici özelliği, insan dayanıklılığının hassas ve bazen de acı verecek kadar korkusuz tasvirlerine eşlik eden biçimsel bir özende olmasıdır. Eserlerinin özünde ise kameranın nesnelliğinin yanı sıra fiziksel yakınlığı yatıyor. McQueen’in Londra’daki Grenfell Tower Yangını’nda ölen 72 kişiye adadığı 24 dakikalık filmi Grenfell'de (2019) ve partneri Bianca Stigter’la çektiği, Amsterdam’da beş yıl süren Nazi işgalini anlatan dört buçuk saatlik son deneysel belgeseli Occupied City’de (İşgal Altındaki Şehir, 2023) bunu görebilirsiniz.
Film yapımcısı olarak elde ettiği başarılara rağmen McQueen kendisini öncelikle bir sanatçı olarak görüyor. Bu ay, New York eyaletindeki Dia Beacon’ın zemin kat galerisine özel olarakhazırladığı ve yalnızca ışık, renk ve sesten oluşan Bass’le (Bas) galeriye geri dönüyor. Yılın sonlarına doğru da Sunshine State (Güneşli Eyalet, 2022) adlı video enstalasyonu New York’taki Dia Chelsea’de sergilenecek.
THE ART NEWSPAPER: Bass şimdiye kadarki en soyut çalışmanız; ekran yok, projeksiyon yok, sadece 30 bin metrekarelik alanı dolduranrenkli ışık ve ses var. Bunun arkasındaki düşünce nedir?
STEVE MCQUEEN: Yaklaşık 20 küsur yıl önce ışık, renk, kütle ve görünürlük hakkında düşünüyordum, her şey o zaman başladı. Bir fizikçiyle ışığın yoğunluğu ve ışığın nasıl hareket ettiği, nasıl gördüğümüz ve nasıl baktığımız hakkında konuşuyordum. Sonra işin ses boyutuyla ilgili olarak Middle Passage’i [Orta Geçit – Atlantik Okyanusu’nu geçen köle gemisi yolculuğu], Atlantik’in aşılmasını ve tüm o belirsizlik ve burada ya da orada olmama fikrini düşünüyordum. Bir de, Okwui’yle [Enwezor, Nijeryalı küratör] hastanedeyken yaptığım son konuşma, çalışmalarımdaki soyutlama hakkındaydı.
Uzun metrajlı filminiz 12 Years a Slave bizi köleleştirme dehşetinin çok kesin bir anlatımıyla karşı karşıya bıraktı ve şimdi Bass’te yerinden edilmenin travması, şiddeti ışık ve ses kullanılarak çağrıştırılıyor.
Bu, mevcudiyetle, kendi ruh haliniz ve bulunduğunuz yerde kendinize karşı hassas olmanızla ilgili. Bu da başka şeylerin, başka anlatıların ve başka deneyimlerin devreye girmesine neden oluyor. Işık ve sesin yaptığı da bu. Işık ve sesin sevdiğim yanı akışkan olmaları, herhangi bir biçime sokulabilirler. Bir buhar ya da parfüm gibi, her kuytuya, her köşeye sızabilirler. Ve bir şeyin bir biçim olmadığı ama her şeyi kapsadığı o başlangıç noktasını seviyorum.
Tavana monte edilen ışık kutuları, mekânı yaklaşık yarım saat boyunca tüm kromatik spektrum boyunca neredeyse fark edilmeden değişen saf doymuş renklere boyuyor. Neden tüm bu renkler?
Renklerin amacı, bu ortamdaki her şeyi kucaklamak, içine almak ve kapsamaktı. Ama aynı zamanda, kim olurlarsa olsunlar, bireylerde bu bağlamda düşünmeyi kışkırtmaktı. Ben sadece o döngüyü görmek istiyordum ama hani neredeyse siz farkında olmadan bir şeyler oluyor. Aniden kırmızıya bürünüyorsunuz, sonra birden sarıya: Işık o kadar yavaş hareket ediyor ki gerçekten olup bittiğini göremiyorsunuz.
Bass’in bir diğer bileşeni, hepsi bas çalan, farklı kuşaklardan bir müzisyen grubu tarafından yerinde özel olarak hazırlanmış bir ses manzarası. Grubun başında Miles Davis’in basçısı Marcus Miller ve The Wailers’tan Aston Barrett Jr yer alıyor.
Mali’den Mamadou Kouyaté, bas ngoni çalıyor ve genç müzisyen Laura-Simone Martin de kontrbas. Bu nasıl gerçekleşti? Hepsi mekânda aynı anda mı çaldı? Parça prova mı yoksa doğaçlama mıydı?
Tamamen doğaçlamaydı. Marcus ve ben önceden müzik hakkında konuşmuştuk ve ben nasıl olmasını istediğimi söylemiştim. Ama bu müzisyenler daha önce hiç birlikte çalışmamışlardı. Dia Beacon’ın bodrumunda kayda başladığımız gün onlarla konuştum, sonra çalmaya başladılar ve hepsi bu kadar. Her şey o iki gün içinde oldu. Daha sonra bir kayıt stüdyosuna gidip devam etmeyi düşünüyorduk ama o ortamda yaşananlar asla bir stüdyoda yeniden yaratılamazdı. Olağanüstüydü. Yazıldığını düşünebilirsiniz ama hepsi doğaçlamaydı.
Peki neden sadece farklı bas formları kullandınız?
Genellikle bas, arka planda her şeyi bir arada tutar ama ben onu ön plana çıkarmak istedim. Quincy Jones’la New York’taki The Shed’de [beş gecelik konser serisi] Soundtrack of America’yı yaptığımda sohbetimizi hatırlıyorum. Elektro bas gitarın müziği değiştirdiğini söylemişti ve ben de bu fikri çok sevmiştim. Bas sesi ruhunuza, bedeninize bir şeyler yapıyor, göğüskafesinizi sarsıyor. Siyah müziğinin temeli. Yani içgüdüsel bir arzuyu besliyor. Dönüştürücü, aşkın.
Bu eserden, tarihçi ve sosyal teorisyen Paul Gilroy’un “yeni kronotoplar”, yeni zaman ve mekân konfigürasyonları yaratma çağrısı ve bunların Siyah Atlantik’in oluşumunda oynadıkları rol bağlamında bahsettiniz. Burada ayrıntılara inmemiz gereken çok şey var.
Benim için bu belirsizlik durumunda olmakla ilgiliydi. Geçişler arasındaki boşluk: Gelmemenin ve gitmenin o özel hali ve bunun ne olduğu. Basçıların hepsi diasporanın farklı yönlerinden veya yerlerinden geliyor, Afrika’dan, Amerika’dan, Karayipler’den ve burada hepsi bu yerde veya isterseniz yer olmayan yerde, olma fikrini araştırmak, yorumlamak veya sadece hissetmek için bir araya geliyorlar.
Bir bakıma, çalanların kendileri Siyah Atlantik’i, belirli milliyetler ve etnik kökenleri
yeni bir şey yaratmak için hem aşan hem de kaynaştıran bu ulusötesi kültürü somutlaştırıyor.
Kesinlikle. Bir akışkanlık var. Geçmişle, bugünle ve gelecekle ilgili. Şu anda hayatlarımızda bir tür akışkanlık ve istikrarsızlık var ve bu eserle, belirli noktalara geri dönerek, nerede olduğumuzu ve ne kadar ilerlediğimizi bulmak istedim.
Yine de evinizden zorla kaçırılıp bir gemiye konulmanın fiziksel şiddeti bu eserin çıkış noktası gibi görünüyor.
Evet ama bu her zaman zihinle ilgilidir. Ben hayatta kalan biriyim; bunun kanıtıyım. Siyahlar kıyamet sonrası insanlarıdır. Tamamen harap olduğumuz, tamamen yerinden edildiğimiz için bu bir bakıma yepyeni olduğumuz anlamına geliyor. Ses ve müziğin dolaysızlığı aracılığıyla kendi dilimizi icat etmek, kelimenin tam anlamıyla yaratmak zorunda kaldık. Kullanılmayan, çöpe atılmış şeyleri aldık ve onlardan bir dil yarattık, bu da bir müzik haline geldi. Trinidad’da yağ varili ve çelik tavalar, Güney Bronx’ta hip hop, ki kökeni Jamaika’ya dayanır vesaire. Ses aracılığıyla kendi dilimizi icat ettik, popüler müziğin temellerini attık. Biz kıyamet sonrası bir halkız ve başlangıç noktamız da bu – bu belirsizlik ve ardından icat etme, yeniden icat etme ihtiyacı.
• Steve McQueen, Bass, 12 Mayıs 2024-Nisan 2025 tarihleri arasında Beacon, Dia Beacon’da görülebilir.
• Steve McQueen, Sunshine State, 20 Eylül 2024-Ocak 2025 tarihleri arasında New York, Dia Chelsea’de görülebilir.