Sonbaharın serin esintisiyle kuruyan sığırkuyruğu otları gibi köklerimizden koparılsak, gümüşe bulanıp zamanda donsak, kim olduğumuzu unutur muyuz? Topraktan geldik toprağa gidiyoruz, peki ya arada yaşananlar? Nesiller boyu genlerimizde taşıdığımız kadim aktarımın bu topraklarda ete kemiğe bürünmüş hali olan bizler, hayatın doğal akışında birbirimizle olan kaçınılmaz etkileşim döngüsünün içinde sonsuz bir devinimdeyiz.
Emanet denildiği zaman akla ilk gelen, hafızamızın derinliklerinde saklı bir ânın veya kişinin temsili; zamanda yolculuk etmiş bir bileklik, bir nasihat, bir hikâye... Ama bunların ötesinde öne çıkan yoğun bir aktarım isteği, düzlemsel zamandaki varoluşumuzun ötesine geçen ve ölümsüzlüğe giden bir yol.
Topraktan hayat bulan kil figürler, doğal pigmentlerin izinden doğup yaşamın döngüselliğine gönderme yapan çizimler, DNA sarmalını ve benliğimizde iz bırakmış anılar zincirini anımsatan iç içe geçmiş halkalar, sahiplendiği gümüş deriyle yeni bir kimlik kazanmış şifalı otlar Vuslat’ın son sergisinde kolektif benliğimize ayna tutuyor.
Vuslat’ın Emanet sergisi Tophane-i Amire’de Ebru Yetişkin küratörlüğünde kapılarını araladı. Tophane-i Amire’nin kiremidin pastel tonlarına bürünmüş eski duvarları, kubbesi ve mekâna özgü diğer tarihi detaylarla birlikte, sergiye alışılmış beyaz küp sergi mekânlarının sunduğu izole dünyadan çok daha farklı bir atmosfer hâkimdi. Vuslat’ın bize aktardığı hikâyede Tophane-i Amire de yardımcı oyuncu rolüne bürünmüştü.
Emanet’te bize sunulan dünya, bizi çok uzaklara, bir o kadar da bize en yakın olan noktaya, ruhumuzun merkezine, Baskı’nın coğrafyasına, Bayburt ve Gümüşhane’ye doğru bir yolculuğa davet ediyor. Mekânda işler birbirinden izole bir şekilde sunulmuş izlenimi verse de, hepsi birbirine bir o kadar bağlantılı. Beynimizde yaşadığımız her ânın kendine özgü odacıklarda saklı kalmasına benzer olarak, farklı tekniklerle üretilen eserler, mekânda her biri diğerinin hatırlatıcısı olacak şekilde konumlandırılmış.
DNA sarmalından aklımızın köşesinde saklı kalanlara
Ayak seslerimiz, Tophane-i Amire’nin duvarlarından yankılanıp salonun tam ortasında duran görkemli heykel, “Yaşamın Göbek Bağı”nın içinden geçiyor. Geçmişe dair bir ânı hatırlarken beynimizdeki sinirler arasında kurulan etkileşime benzer bir şekilde, bizi de etki alanına alarak bütün sergi alanına dağılıyor. Ve hatırlamaya başlıyoruz. Vuslat’ın bize sunduğu kapılardan geçerek geçmiş ve bugün arasında mekik dokuduğumuz bir yolculuğa çıkıyoruz.
Vuslat’ın anneannesinin emaneti olan bileklikten alınan ilhamla üretilen “Yaşamın Göbek Bağı” gerçek dışı boyutuyla mekâna hükmediyor. Biz ise karşısında izleyici olarak çok küçüğüz. Bir bilekliğin / DNA sarmalının karşımızda devleştiği bir bağlamda Vuslat, adeta Alice Harikalar Diyarında’yı andıran değişken ve rüyamsı bir gerçeklikle örülmüş bir dünyanın kapılarını aralıyor. Anılarımıza ve kendi fiziksel bedenimize yabancılaşarak, en küçük parçamızı gözlemlemek üzere dışarıdan bir gözün bakış açısına sürükleniyoruz. Beraberinde düzlemsel zaman da etkisini yitiriyor. Zamanı geçmiş/gelecek üzerinden anlamak yerine, iç içe geçmiş ve birbiri üzerinde değiştirici/dönüştürücü etkisi olan anılar zinciri üzerinden algılıyoruz.
Hayatımızı oluşturan önemli anlar, eserde birbirinden koparılamayan halkalar olarak hayat bulmuş. Buna göre her bir an, bir diğeri olmadan gerçeklik katmanında varlığını sürdüremiyorsa eğer, başlangıç ve sona dair ne söyleyebiliriz? Mutlak başlangıç ve sonlar Emanet’te yerini sonsuz döngülere bırakıyor. Fiziksel yaşam son bulsa bile anılar DNA aktarımıyla başka bedenlerde yaşamaya devam ediyor. Bu sırada nesiller boyu aktarılanlar, başka bir deyişle emanetler de değişime de uğruyor.
Değişken formlar üzerinden hayatın döngüselliğine atıf
Ölüm ve yaşamın arasındaki çizginin bulanıklaştığı Emanet’te, organik formlu kil heykeller gökyüzünde çeşitli şekillere benzettiğimiz bulutlarla benzer bir belirsizlik sunuyor. “Bir Varmış Bir Yokmuş”ta ziyaretçileri keşfe davet eden, ahşap mekanizmalar üzerinde sunulan üç adet toprak heykelle karşılaşıyoruz.
Dairesel hareket eden ahşap platformlar heykelleri her seferinde farklı bir açıyla ışıkla buluşturuyor. Böylelikle Vuslat, heykellerin mutlak bir şekilde ziyaretçilerin hafızasına kazınmasının önüne geçiyor ve “Gerçekliğin hafızaya yansıyan gölgesi ne kadar güvenilir?” diye soruyoruz. Fiziksel dünyanın zihnimizde ne denli değişken ve güvenilmez olduğunu hatırlıyoruz. Dönen paneller hayatın döngüsel akışıyla da paralel. Bu akış içindeki özne rolümüz, sabit kalmak, başka yollara gitmek ya da bakış açımızı değiştirmek üzerinde yaptığımız tercihler üzerinden vurgulanıyor.
Sergiye hâkim olan diğer bir özellik ise formaların tepe noktasının sivrileşmesi, alt kısmın zemine yayılmaya daha yatkın olması. (“Yaşamın Göbek Bağı”nda da bu özelliği görmek mümkün.) Topraktan filizlenen bir bitki ve insan bedeninin oluşturduğu melez bir canlının doğuşuna tanık oluyormuşuz izlenimi yaratan bu organik formlarda doğum, yaşam ve ölüm tek bir beden içinde somutlaştırılmış. Doğumdan itibaren o formun nihai haline ulaşmasını beklerken daha da sabırsızlansak da, beklentilerimiz boşa çıkıyor. Hayatın döngüselliği içinde fiziksel beden, bitmek bilmeyen bir değişim içinde olduğundan, aslında sonsuz bir doğum sancısı çekiyor.
Yeniden yazılan hikâyeler
Vuslat’ın anneannesinden öğrendiği hikâyeden aldığı ilham, onu bir serçe etrafında şekillenen yeni bir hikâye kurgulatıyor. Hikâyeye göre emanet, armağan edilen bir söz ve aramızdaki manevi bağın temsili. Bu sözü tutma sorumluluğu ise yaşamın temel amacını oluşturuyor.
Bu hikâyeden hareketle dört farklı serçeyi resmeden Vuslat, Bayburt/Gümüşhane bölgesinin toprağından elde ettiği doğal pigmentlerle bu serçelere hayat veriyor. Narin ve küçük serçe, özgürleşmek isteyen ve tuval üzerinde devleşen bir anka kuşuna dönüşüyor. Kanatlarını açan serçe uzaklaşma, büyüme ve uçma isteğini aktarırken, toprak ve hava arasında kurulan bağ, dinamik çizgilerle de destekleniyor. İki boyutlu işler üçüncü boyuta taşma potansiyeli barındırıyor.
Doğanın dilinden doğan alfabe
Anadolu’da şifa vermek için kullanılan sığırkuyruğu otları gümüşe bulunarak heykelleştirilip yeni bir karaktere bürünüyor. Sahip oldukları yeni deriyle zamanda dondurulan otların, renk ve detaylarından arındırıldığında form olarak birbirinden ayrıştığını fark ediyoruz.
Emanet’te sunulan muska serisinde, sığırotları bir koruma dileğinin aracı olarak, Vuslat’ın kurguladığı alfabe içerisinde, doğanın seslerini simgeleyen harflere bürünüyor ve hayatın akışına etki ediyor. Sonsuz ihtimallerin oluşturduğu gerçeklik havuzunda her bir dilek, kendi yarattığı etki halesinde birbirini etkileyerek yaşamını idame ettiriyor, tıpkı hayatın akışında varlığımızla iz bıraktığımız bizler gibi.
Vuslat’ın Emanet sergisi bizi köklerimize doğru bir yolculuğa, toprağa, ve ardından nefsimizin ötesinde kendimizi kolektifte kaybettiğimiz bir özgürlüğe, havaya, davet ediyor. Sığırkuyruğu otları gibi sonbaharda köklerimiz topraktan kesiliyor ve gümüşe bulandıktan sonra düzlemsel zamanda sadece gölgemiz, birbirimize aktardığımız emanetle var oluyoruz. DNA sarmalı ve bir bilekliği oluşturan birbirinden ayrılmayan halkalar. Yaşamın en büyük sırrı ise kolektif olarak birbirimize etkimiz. Vuslat’ın bizlere açtığı dünya her ne kadar kişisel olsa da, bu dünyayı ören duvarlarda hepimizden bir parça saklı.
- Emanet, 31 Temmuz'a kadar Tophane-i Amire de görülebilir.