Bir buçuk milyon yıla yaklaşan insanlık tarihinde kim bilir kaç kez sıradan bir insan, kendinden öncekilerin izlerine ve eserlerine, uzaydan gelmiş başka bir uygarlığın kalıntılarıymış gibi korku ve tedirginlikle baktı. Hatta gökyüzündekilere yüklediği anlam ile yeryüzünde insana ait izlere dair duygular arasında benzerlikler olduğu bile iddia edilebilir. Uygarlık geliştikçe görebildiği nokta, evrenin doğum ânının sınırlarını zorlarken, insan bir yandan da hâlâ kendi geçmişine bakarak öyküsünü yeniden kurmanın peşinde. Mekânda uzağa bakmakla zamanda daha gerilere erişmek, tarihi kadim zamanlarda aramakla bugünün zihin dünyasını buluşturmak aynı anlama gelebilir. Ancak bunlar hâlâ insanın bilinmeyen ve bildiği halde kendi arzularına ve toplumsal gerçeklere gem vuramadığı için denetleyemediği sonuçlar karşısındaki kırılganlığı tarafından etkileniyor. İnsan tüm gelişen olanaklara ve teknolojik araçlara rağmen konfora alıştıkça giderek daha güçlü şekilde buhranlar yaratabilme gücüne kavuşuyor, bir o kadar da kitlesel korku ve tedirginlikle geçen vakitler çoğalıyor. Kaç kurtul güdüsünün etkisi alındaki akıl kendi geçmişinin izlerine karşı daha hoyrat, öyküsüne karşı daha inançsız bir uçuruma düşebiliyor. Oysa kendi öyküsünü kurmak için gerçekle yüzleşmeye, bunun için kendinden başkalarının bildikleriyle hareket etmeye en fazla ihtiyaç duyulan zamanlardan geçiliyor.
Yerleşmeler tarihine bakıldığında, deprem gibi Anadolu coğrafyasının tartışılmaz doğa olayları karşısında insanın bu durumunun daha da pekiştiği söylenebilir. Tarihî kayıtlara bakıldığında, modern kentler ortaya çıkmadan çok daha önce depremlerde yerle bir olmuş yüzlerce küçüklü büyüklü yerleşme göze çarparken, son yüzyılda bunların toplumsal hafızadaki yerinin giderek silindiği görülüyor. Ta ki, gündelik tartışmaların ezici etkisi altındaki toplumun en beklemediği anda yıkıcı gerçek tekrar ortaya çıkana dek. Yaklaşık bir yıl önce, 6 Şubat 2023 sabaha karşı saat 04.17’de meydana gelen ardışık depremler uygarlığın ilk izlerinin görüldüğü Akdeniz, İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki illeri ve Suriye’deki yerleşimleri kim bilir kaçıncı defa doğanın yıkıcı güçlerinin altında bıraktı. Yaşanan kayıpların büyüklüğü ve depremin etki alanının genişliğiyle birlikte, kültürel mirasın bu denli büyük zararlara uğradığı en yaygın kara depremlerinden birisinin yaşanması ayrıca toplum psikolojisi üzerinde ağır bir tahribat yarattı. Türkiye’de çoktandır sarsılan modern yapılaşma süreçlerine duyulan güvenin yanı sıra, uzun bir tarihsel birikimin simgesi olan yapıların yıkıma uğraması insanların korku güdülerini tetiklerken, farklı toplum kesimlerinin yapılması gerekenler konusundaki öncelikleri farklı şekillerde belirdi.
Depremin ardından geçen günlerde siyasi ve yönetsel derin tartışmalarla arama-kurtarma, yeniden yapılanma ve deprem sonrası sivil toplumun hareketlenmesi süreçlerinin iç içe geçtiği bir dönem yaşandı. Bu dönemde deprem bölgesinin dışındaki karar vericilerin, depremden etkilenmeyen illerde yaşayanların ve bizzat depremden zarar görenlerin kültürel mirasla ilgili önceliklerinin keskin çizgilerle birbirinden ayrıştığı söylenebilir. Karar vericiler kısa vadeli ihtiyaçlara odaklanıp yasal sınırlar dahilinde göreli olarak ağır işleyen bürokratik bir bakışla kültürel miras unsurlarını ele alırken, dışarıdan bakanların kendilerine görev addederek kültürel miras konusunda geçmişten alınan derslerin de etkisiyle ciddi bir hassasiyet ve eleştirel tavır içerisinde olduğu görüldü. Buna karşın, depremden doğrudan etkilenenlerin ise kültürel mirasla derin bir duygusal ilişki geliştirdikleri ve kültürel mirasın durumuyla deprem sonrası olağanlaşma arasında paralellikler kurma refleksinin oluştuğu izlendi. Yaşadığı yerle, kentsel kültür ve kimlikle kurduğu mekânsal bağların ortadan kalktığı bir varoluş mücadelesinde, estetik göstergeler bu bağlara tutunabilmenin yegâne uçları olarak işlev görebilirdi. Her koşulda, kültürel mirasa ilişkin bu farklı bakış açılarının bir yerde buluşması gerekliliği hem dünya koruma tarihinden hem de Türkiye’deki deneyimden öğrenilen önemli bir meseleyi işaret ediyor. Bu da kültürel mirasa ilişkin bütüncül bir bakış açısının, güven veren bir kamu otoritesinin, hoşgörüye dayanan bir davranış biçiminin ve bu konuda ilkeli bilimsel bir uygulama bütünlüğünün en az gündelik ihtiyaçların sağlanması kadar, ayrıca psiko-sosyal gerekliliklerin yerine getirilmesi için yaşamsal olduğudur.
Kuşkusuz, böylesi büyük bir yıkımın ardından atılması gereken ilk adımlardan birisi kamu, meslek örgütleri ve sivil inisiyatiflerin yol göstericiliğinde kültürel mirasın tahribatına ilişkin bilimsel ve doğru durum tespitinin yapılmasıdır. Deprem bölgesinde UNESCO Dünya Mirası geçici ve asıl listelerinde yer alan Göbeklitepe, Arslantepe, Nemrut Dağı, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı, Anavarza, Harran, Karatepe-Aslantaş, Hatay St. Pierre Kilisesi, Yesemek Taş Ocağı ve Heykel Atölyesi, Vespasianus-Titus Tüneli, Zerzevan Kalesi gibi arkeolojik alanların; Antakya, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Malatya, Kahramanmaraş gibi tarihî kent dokularının ve geleneksel kırsal yerleşimlerin bulunduğu düşünüldüğünde, bu tespitlerin önemi daha da iyi anlaşılabilir. Kültürel miras uzmanlarının ifadesiyle uzun bir zaman dilimine yayılan deprem fırtınalarının güçleştirdiği dinamik bir süreç olan tespit çalışmalarının güncel verilerine göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı kayıtlarında yer alan 9.000’e yakın tarihî yapı ve eserin 2.000 kadarının tahrip olduğu ya da çeşitli derecelerde hasar aldığı görülüyor. UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşların, üniversitelerin ve meslek kuruluşlarının da desteğiyle yürütülen çalışmalarla tespitten sonra zarar gören kültürel mirasın emniyete alınması ve sabitlenmesi çalışmaları yürütüldü. Her ne kadar deprem sonrası ilk aylarda, acil durum ihtiyaçlarının yanında kültürel mirasın korunması için beklenen hassasiyette çalışmalar yürütülemese de, zaman içerisinde devlet kuruluşlarının yönlendirmesiyle belli bir sistematik oluştuğu görülüyor. Ancak kültürel mirasın sadece birer yapıdan ibaret olmadığı, somut olmayan kültürel miras, insan varlığı ve kentsel yapıyla anlam kazanıp belli bir bağlama oturduğu düşünüldüğünde bu tartışmaların daha uzun yıllar süreceği, belki de doğrusunun bu tartışmaların sağlıklı yönetilmesi yoluyla üretilecek katılımcı bir süreçle ilerlemek olduğu söylenebilir.
Bu noktada depremde zarar gören farklı illerdeki önde gelen kültürel miras unsurlarına da özetle değinmekte yarar var. Depremden sonra en fazla gündeme gelen Hatay ilinde Antakya, tarihi depremlerle yazılmış, her noktasından arkeolojik buluntu fışkıran bir yapıya sahip. Kentte Habib-i Neccar, Sarımiye ve Ulu camileri, Rum-Ortodoks, Protestan kiliseleri, sinagog gibi dinî yapılar, Hükümet Konağı, Hatay Meclisi, belediye, müze, postane, Ziraat Bankası şubesi gibi Cumhuriyet dönemi kamu yapıları, Uzun Çarşı gibi ticari yapılar ve pek çok sivil mimarlık örneği zarar gördü. Yine Hatay ilinde, İskenderun ilçesinde yer alan Rum Ortodoks Kilisesi, Latin Katolik Kilisesi ve Mithat Paşa İlkokulu’nun ciddi hasar gördüğü; Payas İlçesinde yer alan ve Mimar Sinan’ın inşa ettiği külliyenin zarara uğradığı; Hatay kırsalında yer alan geleneksel kültürel miras niteliğindeki pek çok yapının yıkıldığı tespit edildi. Gaziantep’te tarihî kalenin bir kısmı yıkıldı, Şirvani ve Kurtuluş camileri ve Bayaz Han hasar gördü. Malatya’da 1892 depreminde yıkılan tarihî bir caminin yerine yapılan Yeni Cami yıkıldı, Cumhuriyet döneminde yapılan Hükümet Konağı zarar gördü, Yeşilyurt ilçesindeki sivil mimarlık örnekleri de hasar gördü. Kahramanmaraş’ta Ulu ve Arasa camileri zarar gördü, Edebiyat Müzesi olarak kullanılan Maraş Lisesi’nin de giriş kısmı yıkıldı. Adıyaman’da Ulu ve Yenipınar camilerinin hasar gördüğü ve kırsal alandaki nitelikli geleneksel toprak damlı kerpiç yapıların yıkıldığı belgelendi.
Ancak tüm bu tespitlerin yapılması sırasında kültürel mirasın korunmasına ilişkin kurumsal ve yönetsel süreçlere ilişkin eksikliklerin ve sorunların da sürekli gün yüzüne çıktığının söylenmesi gerekiyor. Örneğin deprem bölgesindeki illerimizde kentsel sit alanlarında ve kırsal alanda kültürel miras niteliği yasal olarak değerlendirilip tescillenemeden yıkılmış yapıların bulunduğu, arkeolojik sit alanlarına yakın bölgelerde yer alan modern yapıların enkaz kaldırma çalışmaları sırasında yeraltındaki eserlerin zarar görme olasılığının arttığı, daha önce restorasyon ve onarım çalışmaları tamamlanmış yapıların da depremde yıkılmış ya da ağır hasar görmüş olduğu acı bir şekilde anlaşıldı. Yine, ilgili mevzuata göre bu tür sorunların önünün alınabilmesi için ilgili tüm kurum ve kuruluşların eş güdüm,işbirliği ve halkın bilinçlendirilerek katılımıyla hazırlanacak yönetim planlarının, oluşturulacak alan yönetimlerinin oluşturulamadığı ya da var olan yerlerde etkisiz kaldığı görüldü. Oysaki bu yönetsel yaklaşımların en temel amaçlarından birisi kültürel mirasla ilgili risklerin tespit edilip bunlara karşı önlemlerin planlamasıydı. Görünen o ki, son 20 yılda kültürel mirasın ele alınmasında hız kazanmak ve teknik süreçleri yalınlaştırmak amacıyla yapılan mevzuat değişiklikleri ve geliştirilen yöntemler kültürel mirasın afetler karşısında dirençli kılınması için yeterli olamadı.
Her şeye rağmen, depremin yıldönümü yaklaşırken kamu kurumlarının ellerindeki olanakları kültürel mirasın yaşatılması amacıyla etkin kullanmak için daha kapsamlı yöntem arayışları içine girdikleri ve üniversitelerle işbirliklerinin hızla geliştiği görülüyor. Ancak deprem bölgesinde ve dışında yer alan sivil inisiyatiflerin biliminsanlarının kültürel mirasın korunmasına ilişkin kaygılarının da sürdüğü biliniyor. Özellikle Kadim Antakya Dostları gibi girişimlerin ve Hatay Planlama Merkezi gibi yerel yönetim unsurlarının merkezî idarenin çabalarıyla bir arada değerlendirilebilmesi çok önemli görünüyor. Bu çabalar her ne kadar ağırlıklı olarak önce kültürel mirasın yaşatılmasına yönelik olsa da aslında, kültürel miras aracılığıyla halkın hayata tutunmasını sağlayabilecek yaklaşımların da geliştirilmesi bu sürecin ayrılmaz bir parçası olarak görülmeli. Aslında nasıl ki depremde zarar gören insanların bir daha hiçbir zaman aynı insan olamayacağı öngörülebiliyorsa, kültürel miras için de benzer bir durumun geçerli olduğunun ayırdına varmak çok önemli. Deprem bölgesindeki insanların iyileştirilmesi ile kültürel mirasın korunma altına alınması ve daha sonra nasıl yaşatılacağına karar verilmesi de bir o kadar ilişkili olarak görülebilir.
Bu ilişki de kültürel mirasa ilişkin olarak belirlenecek yol haritasının odağında yer alır. İlk aşamada depremde zarar gören yapı ve eserlerin genel bütünsel bir mekânsal planlama çerçevesinde belgelenmesi, muhafaza altına alınması, daha sonraki aşamalarda bu eserlerin korunmasına dair bir bilincin oluşturulmasında, hatta bu bilincin kent kültürü ve kimliğine dokunan bir psikolojik inşa sürecini başlatmasında etkili olabilir. Ancak bunun ön şartı, öncelikle korku ve tedirginlik atmosferini kıracak, kutuplaşma ve toplumsal ayrışma getirecek aceleci yaklaşımlardan kaçınılması olarak ifade ediliyor. Deprem sonrasında kentsel dönüşüm sürecinin hızlandırılması için yapılan bazı yasal düzenlemeler ve acele kamulaştırma kararları zaten acıları taze halkın kültürel mirasla olan bağlarını zayıflatma tehdidi oluştururken bu tür bir bilincin inşasına da ket vuruyor. Oysa depremzede dışındakilerin her türlü korkuyu bir kenara bırakarak incelik ve hassasiyetle hareket etmesi gereken zamanlardayız. Elde kalan kültürel miras aceleyle ayağa kaldırılsa da ruhunu ve insanını yitirdiği için bir sonraki depremde koruyabileceğimiz bir miras kalmayabilir. Bunun önlemenin yolu da imar, koruma ve inşa süreçlerini dinleme, katılım ve birlikte yapmayla dönüştürmekten geçiyor.
Kültürel Varlıkların Korunması ve Restorasyonu için Uluslararası Çalışma Merkezi (ICCROM) tarafından yayımlanan Kriz Zamanlarında Kültürel Miras için İlk Yardım kitabın başyazarı [Aparna] Tandon, “İnsani bir krizin ortasında kültürel mirası neden koruyalım?” sorusuna 2015 yılında, Nepal’in başkenti Katmandu’da gerçekleşen yıkıcı depremden yalnızca bir ay kadar sonra, yerel halkın tarihî Durbar Meydanı’ndaki yıkılmış tapınakların molozları arasında günlük ibadetlerinde teselli bulmaya çalıştıklarını örnekleyerek yanıt vermekte ve buradan hareketle toplumların aidiyet hissettiği ve belleklerinin bir yansıması olan kültürel varlıklarının emniyete alınarak sağlamlaştırılmasıyla işe başlanmasının normal hayata devam etmek için önemli bir ilk adım olacağını ifade etmektedir.
İnsan hayatını kurtarmanın ve yaşamı sürdürmenin her şeyden önce geldiğinin bilincindeyiz. Bu bağlamda, bireysel ve toplumsal aidiyeti ve yaşamı yeniden inşa edebilmek adına, toplumsal yaralarımızın sarılması sürecinde somut ve somut olmayan kültür varlıklarını yeniden yaşama katmak büyük önem taşımaktadır. Köklü uygarlıkların izlerini taşıyan, zengin kültürel çeşitliliği temsil eden ve şu an maalesef “afet bölgesi” olarak andığımız coğrafi bölgeye, insanları ve geçmişten gelen değerleriyle birlikte yeniden hayatiyet kazandırmak vazgeçilmez bir gerekliliktir.
Bilimsel öncelik mümkün olduğunca kendi taşını, kendi yapısını kullanarak eseri restore etmektir. Hatta birçok zaman eserin tamamlanıp tamamlanmayacağı önce bilim heyetleriyle kararlaştırılır. Eğer eserin tamamlanmasına karar verilirse kendi malzemeleri kullanılır, tek bir taşı bile zayi edilmez. Bilimsel olan yöntem de şiirsel olan yöntem de budur. Geçmiş asırlara tanıklık etmiş, kahkahalara, acılara tanıklık etmiş, taşı yeniden kullanıyoruz. Onun yerine yeni bir taş kesip koymak elbette mümkün. Ama böyle yaptığımızda yapının o üzerindeki izleri silkelemişiz gibi hissediyoruz. O yüzden öncelikli olarak kendi taşları, kendi parçalarıyla restorasyon sürecini başlatacağız. Ama kullanılamayacak derecede tahrip olmuş olanlar varsa olabildiğince asli unsurlarına, orijinal kimliğine uygun yapılacak. Bunlar bilim heyetlerinin yönlendirmeleriyle şekillenecek.
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı Yahya Coşkun
Yaşadığımız deprem felaketinden etkilenen 11 ildeki vakıf kültür varlıklarından 128 adedinin ihaleleri yapılmış ve ihya çalışmalarına başlanmıştır. Yıl sonuna kadar ihalesi yapılan eser sayısı 200 olacaktır. Hatay Ulu Cami, Habibi Neccar Cami, Kahramanmaraş Ulu Cami, Kilis Ulu Cami, Adıyaman Ulu Cami, Birecik Ulu Cami, Malatya Yeni Cami, Adıyaman Mor Petrus Kilisesi, Gaziantep Kurtuluş Cami, Osmaniye Ağcabey Cami, Hatay İskenderun Rum Katolik ve Süryani Katolik Kilisesi ihaleleri gerçekleştirilmiştir. Saydığımız sembol eserlerimizin tamamında arama-kurtarma kazıları ile proje ve restorasyon çalışmalarına başlanmıştır.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy
Antakya’mızın tüm insanlığa mal olmuş kadim kültürünün, tarihi ve doğal varlıklarının korunup, iyileştirilmeye, modern şehircilik altyapısına sahip olarak ve çağdaş şehircilik anlayışıyla tüm dünyaya örnek olacak biçimde restore edilmeye ve depremden önceki yerinde yeniden yapılaşmaya ihtiyacı var. Bu ihtiyacı karşılamayan bir anlayış ve yaklaşım kadim Antakya dostlarının onarılmaz yaralarını saramaz.
Kadim Antakya Dostları Platformu (KADOP)
UNDP Şubat 2023 depremlerinde hasar gören veya tamamen yıkılan kültürel miras yapılarının restorasyonu için ihtiyaç duyulan kaynakların toplanmasını amaçlayan küresel bağış kampanyası başlattı. Odak noktasını www.savethelegacy.org sitesinin oluşturduğu kampanya bireyler, hayır kurumları, şirketler ve hükümetleri, paha biçilemez bir kültürel çeşitlilik “mozaiği” olan bölgenin restorasyonuna katkıda bulunmaya çağırıyor.
“Kültürel miras restorasyonu, depremden sonra toparlanma çalışmalarımızda bir öncelik,” diyen UNDP Türkiye Mukim Temsilcisi Louisa Vinton, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu yalnızca, dünya kültürü için büyük önem taşıyan, paha biçilemez eserleri onarmak anlamına gelmiyor. Bunun yanı sıra, bölgeye kimliğini kazandıran, bölgede yaşayanlar için bir aidiyet hissinin yaratılmasına yardımcı olan ve yerel zanaatlar, gastronomi ve gelenekleri ile ziyaretçileri kendine çeken, herkes tarafından bilinen kültür varlıklarını restore etmek anlamına geliyor.”
Bölgedeki bazı karakteristik yapıların restorasyon finansmanı hükümet veya diğer bireysel kaynaklardan hali hazırda sağlanmış durumda, ancak finansal ihtiyaç hâlâ mevcut kaynakların çok üzerinde. UNDP bu nedenle, felaket karşısında uluslararası dayanışmaya çağrıda bulunan bir kampanya başlatmaya karar verdi.UNDP’nin kampanyası aynı zamanda, yerel gelenekler ile zanaatlar, el sanatları üreticileri ve turizm sektöründeki herkesin geçim kaynakları arasındaki doğrudan bağlantıyı dikkate alarak, somut olmayan kültürel mirasın önemini de vurguluyor.
UNDP