Sanat gizemli olanı, bilinmeyeni keşfetmek ve doğaüstü olayları betimlemek için uzun zamandır bir araç olarak kullanılıyor. Bu temalar arasında yer alan hayaletler –geçici, genellikle korkutucu ölümden sonraki yaşamın tezahürleri– Ortaçağ elyazmalarının karanlık detaylarından modern ressamların ürkütücü eserlerine kadar binlerce yıldır hafızayı ve insan deneyimini şekillendiren görünmez güçler olarak karşımıza çıkıyor. Bu yılın başında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Perili Ev adlı öykü derlemesinden ilhamla sanat tarihinde görülmeyenin izlerini sürüyoruz.
Ortaçağ ve Rönesans dönemi hayaletleri: îlahi uyarılar ve ahlak dersleri
Ortaçağ ve Rönesans sanatında hayaletler, genellikle ilahî haberciler veya ahlaki uyarılar olarak görülürdü. Bu erken dönem tasvirleri, özellikle cennet ve cehennem arasında sıkışıp kalmış ruhların bulunduğu Hıristiyan arınma inancından büyük ölçüde etkilenmişti. Bu dönemdeki hayaletler, modern anlamda değil, daha çok ölülerin ruhları olarak uyarılarda bulunmak, adalet aramak veya ruhları için dua talep etmek amacıyla geri dönerlerdi.
Bu dönemin en erken ve en ünlü örneklerinden biri, 13. yüzyıl Fransız elyazmalarında ortaya çıkan “Üç Canlı ve Üç Ölü” teması. Bu sahnelerde, ava çıkan üç kral sisin içinde hizmetlilerinden ayrılıp yollarını kaybediyor ve ölümü simgeleyen üç iskelet figürüyle karşılaşıyor. Bu karşılaşma, ölümlülüğün ve ölümün kaçınılmazlığının sert bir hatırlatıcısı. Ölüler kendilerinin iblis değil, kralların ataları olduklarını söyleyip mirasçılarını geleneklerini ve hatıralarını ihmal ettikleri; ölü ruhlar için ayinler söylemedikleri için eleştiriyorlar. Bir zamanlar kendilerinin de zevk düşkünü olduğunu ve şimdi bunun için acı çektiklerini söylüyorlar. Ölülerin son mesajı, yaşayanların yaşamın geçici doğasına dikkat etmeleri gerektiği. Bu hayalî figürler, modern anlamda hayalet olmasa da hayatın geçiciliğini ve manevi hazırlığın önemini vurgulamaya hizmet ediyorlardı.
Rönesans ve sonrasında, hayalet tasvirleri daha karmaşık hale geldi ve dönemin insancıllık anlayışı ile insan psikolojisinin karmaşıklıklarına olan ilgiyi yansıtmaya başladı. Örneğin Shakespeare’in oyunlarından Hamlet’te, Kral Hamlet’in hayaletinin ortaya çıkışı gibi hayaletlerin görünmesi genellikle suçluluk, intikam ve doğaüstü temalarını keşfetmek için bir araçtı. Hans Holbein, özellikle detaylı portreleriyle tanınan bir sanatçı olarak Danse Macabre (Ölüm Dansı) serisinde ölümün kasvetli varlığını, yaşayanlarla dans eden iskeletler aracılığıyla yakalıyor, bu da ölümlülüğün sürekli varlığını gösteren ürkütücü bir hatırlatıcı olarak karşımıza çıkıyor. (Hans Holbein’in davul çalan ölüm figürü 400 sene sonra İsviçreli ressam Ferdinand Hodler’e de ilham kaynağı oldu. Hodler’in benzer şekilde poz verdiği fotoğrafları var.)
Barok ve romantik dönem hayaletleri: Doğaüstünün yükselişi
Duygu ve drama vurgu yapan barok dönemde hayaletlerin tasvirinde bir değişim oldu. Doğaüstü, dönemin gizemli ve bilinmeyen şeylere olan ilgisini yansıtarak sanatta daha belirgin bir konu haline geldi. Barok dönem tablolarında hayaletler, genellikle sahnenin duygusal etkisini artıracak şekilde, gölgelerden çıkarak veya yaşayanlarla etkileşimde bulunarak dinamik, dramatik kompozisyonlarda tasvir edildi.
Bu dönemin ikonik örneklerinden biri, Francisco de Goya’nın “Saturno devorando a un hijo” (Satürn Oğlunu Yiyor, 1819-1823) adlı eseri. Bu kâbus gibi görüntü, bir hayaleti tasvir etmese de doğaüstüyle ilişkilendirilen dehşet ve deliliği çağrıştırıyor. Goya’nın çalışmaları, özellikle son yıllarında, karanlık, hayaletimsi bir hale dönüşüyor ve bu, insanlığa ve savaşın dehşetine karşı sanatçının karamsar bakış açısını yansıtıyor.
Dönemin bir başka çarpıcı hayalet temalı eserlerinden biri Henry Fuseli’nin “The Nightmare” (Kâbus, 1781) tablosu. Bu eser, bilinçdışının karanlık köşelerine inerek izleyiciyi rahatsız eden bir rüyanın görselleştirilmiş hali. Tablo, kadın derin uykudayken göğsüne oturmuş bir kâbus cini ve arka planda beliren hayaletimsi at figürünü tasvir ediyor. Fuseli, bu tabloyla rüya ve gerçeklik arasındaki sınırları bulanıklaştırarak izleyicinin bilinmeyen korkularıyla yüzleşmesini sağlıyor.
Romantik dönemde duygulara ve ruhaniliğe yapılan vurguyla hayaletlerin sanattaki rolü büyüdü. Romantik sanatçılar hayaleti geçmişin, hafızanın ve bilinmeyenin sembolü olarak görmeye başladılar. Bu dönemde perili şatolar ve hayalî görüntülerle dolu gotik romanın yükselişine tanık olundu ve bu temalar doğal olarak görsel sanata da yansıdı.
Romantik hareketin önde gelen isimlerinden Caspar David Friedrich, sık sık geniş, ıssız manzaralarda yalnız figürler tasvir ederek görünen dünyanın ötesinde bir şeylerin varlığını ima etti. Onun “Der Mönch am Meer”i (Deniz Kenarındaki Keşiş, 1808-1810) devasa, karanlık bir deniz önünde duran yalnız figür ile insan algısının ötesinde, hayaletimsi bir varlığı işaret ediyor.
19. yüzyıl günlük hayatının içindeki hayaletler
Victoria dönemi, katı toplumsal kuralları ve ruhçuluğa olan artan ilgisiyle, kendine özgü bir hayalet sanatı üretti. 19. yüzyıl, yüksek ölüm oranları ve fotoğrafçılığın ortaya çıkışıyla ölülerin tasvirine yeni bir gerçekçilik düzeyi getirdi ve bu dönem, ölüm ve ölüm sonrası hayata duyulan ilgiyle şekillendi.
John Everett Millais’in “Ophelia”sı (1851-1852) bir hayaleti tasvir etmese de hayaletimsi bir niteliği var. Suda yüzen, etrafı çiçeklerle çevrili boğulmuş Ophelia’nın görüntüsü, Victoria dönemi izleyicileri üzerinde yankı uyandıran, başka bir dünyaya ait, ürkütücü, doğaüstü bir güzellik taşıyor. Millais’in de üyesi olduğu Ön-Raffaello’cular genellikle ölüm, hafıza ve doğaüstü temalarını keşfederek yaşam ile ölüm, gerçek ile fantezi arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı.
Aynı zamanda, James Abbott McNeill Whistler gibi sanatçılar, hayaletimsi olanın daha soyut ve sembolik tasvirlerini keşfetmeye başladılar. Whistler’ın “Nocturne: Blue and Gold – Old Battersea Bridge” (Noktürn: Mavi ve Altın – Eski Battersea Köprüsü, yaklaşık 1872-1875) adlı eseri bulanık, belirsiz formlarıyla insan algısının ötesinde bir dünyayı ima eden hayaletimsi bir atmosfer yakalıyor.
19. yüzyılda apsent içmek, özellikle sanatçılar ve bohemler arasında popüler bir alışkanlıktı. Bu güçlü içeceği tüketenlerin yeşil bir ilham perisi –la fée verte– gördüklerine inanılırdı. Ancak bu peri, masum bir ilham kaynağından çok daha fazlasını simgeliyordu. Birçokları için bu yeşil figür halüsinasyonların, akıl karışıklığının, hatta hayaletlerin kapısını aralayan bir varlık olarak görülürdü. Apsent içmek, hayal ile gerçek arasındaki sınırları bulanıklaştırarak zihinde hayaletimsi varlıkların ortaya çıkmasına neden oluyor, böylece sanatçıların dünyasında hayaletlerin ilham perisi kadar gerçek olduğu bir atmosfer yaratıyordu. Bu dönemde, Albert Maignan’un “La Muse verte” (Yeşil İlham Perisi, 1895) ve Viktor Oliva’nın “Piják absintu” (Apsent İçici, 1901) gibi eserleri apsentin etkisi altındaki kişilerin ruh hallerini ve apsentin o zamanın toplumundaki yerini yansıttı.
Modern ve çağdaş dönem hayaletleri: Psikolojik ve soyut hayaletler
20. yüzyılda toplumun değişen doğası ve özellikle Sigmund Freud’un psikolojik teorilerinin etkisiyle sanatta hayaletlerin tasviri daha soyut hale geldi. Hayalet, giderek bilinçdışının, bastırılmış anıların veya çözülmemiş travmanın bir sembolü olarak görülmeye başlandı.
Edvard Munch’un “Çığlık”ı (1893) bu değişimin en ünlü örneklerinden biri. Geleneksel anlamda bir hayalet olmasa da, resimdeki figür bozulmuş, acı dolu ifadesiyle, bedenden ziyade zihnin hayaleti olan görülmeyen bir dehşetten etkilenmiş gibi. Munch’un çalışmaları derinlemesine psikolojik; kaygı, umutsuzluk ve modern yaşamın yabancılaşması gibi temaları araştırıyor.
Sürrealistler de hayaleti bilinçdışının bir tezahürü olarak görmeye ilgi duyuyor. Salvador Dalí ve René Magritte gibi sanatçılar, genellikle mantığa ve akla meydan okuyan hayaletimsi figürler veya rüya gibi sahneler tasvir ederek sürrealistlerin zihin ve mantıksızlık gizemlerine duydukları ilgiyi yansıttılar.
Çağdaş sanatta hayaletler, genellikle toplumsal kaygıları veya kişisel tarihleri yansıtan yeni anlamlar kazandı. Örneğin Japon sanatçı Takashi Murakami’nin eserleri, çoğunlukla Japonya’nın savaş sonrası kültürel kaygılarına ve travmalarına değinen, hayaletimsi, çizgi film tarzı figürler içeriyor. Aynı zamanda Francis Bacon gibi sanatçılar hayaleti varoluşsal bir dehşetin sembolü, kaotik ve anlamsız görünen bir dünyada ölümün rahatsız edici varlığı olarak görüyor.
Lanetli tablolar: Hayaletsiz hayaletler
Tarih boyunca bazı tablolar, hayaletleri doğrudan tasvir etmese de hayaletli veya lanetli olarak kabul ediliyor. İzleyicilerde derin bir korku uyandıran ve etraflarında esrarengiz olaylar yaşandığına dair söylentiler yayılan eserler bunlar.
Örneğin Filipinli sanatçı Juan Luna’nın “Portrait of a Lady” (Bir Kadının Portresi, yaklaşık 1885) adlı eserinin, ressamın vurarak öldürdüğü eşi Paz Pardo de Tavera tarafından lanetlendiğine inanılıyor. Söylentilere göre tablo öldürülen kadının ruhu tarafından ele geçiriliyor ve yıllar için tabloya sahip olan tüm koleksiyonerlerin başına kötü olaylar geliyor (araba kazasında ölmek, iflas etmek gibi). Tablo, 1987’de Manila Metropolitan Müzesi’nde açılan bir sergide yer alıyor ve açılış gecesi tablonun üzerindeki spot ışıkları patlıyor.
Bir başka şehir efsanesine göre Edvard Munch’un “Døden og barnet” (Ölüm ve Çocuk, 1889) tablosu da lanetli. Tablodaki kızın izleyicilerin hareketlerini gözleriyle takip ettiği ve tabloya yaklaşıldığında yumuşak bir hışırtı sesi duyulduğu iddia ediliyor. Bu hışırtının arka planda ölmekte olan annenin yatak çarşafından çıktığına inanılıyor. Tablonun önceki sahipleri de kızın tuvalden tamamen kaybolduğuna dair iddialarda bulunuyor.
Ermeni-Amerikalı ressam Arshile Gorky’nin 1904-1938 arasında yaptığı resimler de lanetli sayılıyor. Bu resimlerin durduk yere duvarlardan düştüğü, alev aldığı, mavi paltolu ve siyah saçlı bir hayalet tarafından ziyaret edildikleri söyleniyor. Mart 1962’de ise 87 yolcu, sekiz mürettebat ve Gorky’nin 15 soyut resmini taşıyan American Airlines uçağı kalkıştan iki dakika sonra bir bataklığa düşüyor.
Bu örnekler, sanat eserlerinin bazen sadece sanatsal değerlerinden değil, onlara atfedilen doğaüstü özelliklerden dolayı da korku uyandırabileceğini anlatıyor bize. Lanetli kabul edilen bu tablolar, sanattaki hayaletlerin sadece tuvalin üzerine değil, izleyicinin zihnine de derin izler bıraktığını ortaya koyuyor.
Sonuç olarak Ortaçağ’dan modern psikolojik araştırmalara kadar hayaletler, değişen kaygıları ve farklı dönemlerin inançlarını yansıtan, sanat tarihinde tekrar eden bir motif. Bu hayalî figürler, hâlâ izleyicileri büyülemeye devam ederek bilinmeyenin, görülmeyenin ve çözülmemiş olanın güçlü sembollerine dönüşüyor. Giderek daha rasyonel ve bilimsel hale gelen bir dünyada, sanattaki hayalet betimlemeleri bilinmeyenin hayal gücünü nasıl kamçıladığını hatırlatıyor bize.